Ayrılınca da kopmuş sayılmazsınız o
şehirden… Varlığını sürdürmektedir sizde ve sürdürmeye devam edecektir siz
yaşadıkça... Karşılaştığınız her olayda, her insanda kendini yeniden
hatırlatacak; bir yer, bir ışık, bir nokta olarak; orada, bir köşede duracak ve
siz sözü hep oraya getireceksiniz.
Bir
bıkkınlık, bir mecburiyet, bir zaruret veya başka sebepler sizi alıp gurbetin
derinliğine sürüklemiş olabilir. Giderken; uzaklaştığınızı sanırsınız, yıllarınızı
verdiğiniz, çocukluğunuzu, gençliğinizi geçirdiğiniz o şehirden… Sizde
kapladığı alanın küçüleceğini sanırsınız gün geçtikçe. Ya da; zamanın
unutturucu etkisi altında, giderek o kentin bir hayale dönüşeceğini,hayatınızın sadece bir bölümünü geçirdiğiniz yer halini alacağını sanırsınız.
Tabii ki o an için pek farkında değilsinizdir ama; gün geçer ve hatıraların
büyüttüğü ayrılık sığmaz olur içinize... Bir canlı gibi hasretini çekmeye
başlamışsınızdır çocukluğunuzdaki, gençliğinizdeki şehrin ve zaman ilerledikçe,geçmişin yüzü daha çok ziyaret eder olmuştur sizi…
Bir
şehirde yaşamak; o şehri görünen yüzüyle duyumsamak değildir sadece… Şehir;sizde uyandırdığı düşünceler ve sizin ona bakış açınızla, onu anlamak için
sarfettiğiniz, sarfedeceğiniz çabayla büyür, yer eder ve ne olduğu ortaya
çıkar. Bazen onu kurgularsınız; ona ait fikirler geliştirir, şehir üzerine
felsefe yaparsınız. Bu herkesin tanıdığı, her an içinde yürüdüğü, alışveriş
ettiği, sağına soluna çöpünü fırlatıp kirlettiği şehir değildir. Bu sizin
içinizin şehri, bir anlamda, sevgili gibi süsleyip püsleyip, sevdalandığınız
şehirdir. Bazı yanları gerçekte yoktur belki de… Yürürken; adına kayıt
düştüğünüz, hakkında yazılanları okuduğunuz şehrin bu olup olmadığı konusunda
tereddüte düşersiniz. Savurur bir deli rüzgâr içinizdekileri... Kopup
gidersiniz yaşadığınız şehirden ve sizi oraya bağlayan her şeyden... Bir anda
uzaklarda ve hayaller dünyasında bulursunuz kendinizi. Ne var ki yine de, “.....yaşadığınız, düş ve duygu dünyanızı
biçimleyen o kent sizden hiç bir zaman kopmaz. Nereye gitseniz, nerede
yaşasanız o sonsuzluk duygusu hep sizinledir.”
Ben
bu “karlı şehri”, ve onun “sırlı insanı”nı, hep türküler eşliğinde
yazdım. Ovalar dolusu, uçsuz bucaksız kar zamanlarının hüznünü çağrıştıran
türküler eşliğinde döktüm bu şehre ait hissettiklerimi… İçim içime sığmaz bir
halde ve bana misafir olan kelimeleri kaçırmamanın telaşıyla… Kar sesi düşerken
sokaklara, odaya kapanmış, zil sesinin, kapı gıcırtısının, kapıldığım bu büyülü
vakti bozmamasını dileyerek. Kulağım yine türkülerde: “Bu dağın karı menem /Gün vursa erimenem /Yeddi yıl yerde yatsam / Aşığım çürümenem.”
Kaç
zamandır bir sıkıntıyı ve buna bağlı olarak bir soruyu dolaştırmaktaydım
kafamda bu şehre dair: “Benim tanıdığım
şehir, bu şehir miydi?” Anlamak ve mâzisinden bir bölümü daha zihnime
yerleştirmek için, ıssızlığın çöktüğü saatlerde sokaklarında dolaştığım şehir,bu şehir miydi sahi?
Birileri
anlamasa da bu sorgulamayı, takvimden yapraklar bir bir düştükçe, içimi saran
sıkıntı gitgide artıyordu. Yıllardır bu şehri yazan biriydim ve yine de yazmak
istiyordum; harap sokaklarını, çilekeş insanlarını, kirli ve keşmekeşin
bürüdüğü caddelerini.
Kara
olan meftunluğumuz, getireceği bu küçücük zevke dayanmıyor elbette. Kim ne
derse desin, o bu şehri tamamlıyor ve insanına muhabbet, toprağına bereket
getiriyor. Hiç kuşkusuz; yüksekliğiyle anılan ve tanınan bu “yayla şehri”nin en belirgin
vasıflarından biridir kar. Bu şehirden gidenlerin, uzun gurbet acıları
çekenlerin hatıralar dehlizinde onun için önemli bir yer işgal eder.
Eski
bir Erzurum sokağında durup (kaldı ise tabii!) , birbirine yaslanmış (biri
ötekinden kuvvet alırcasına) evlerin, karla olan bütünleşmesini seyretmek ve bu
arada da şehre dair düşünmek... Usulca yağan karın, bu görüntüye değişik bir
boyut kazandırdığını bir gerçek. Aslına bakılırsa şehir; gizemli ve farklı
üslûbunu, hâlâ bu eski sokaklarda gizlemekte ve şehir sevdalılarına oradan
seslenmektedir. Sırlarını, ancak oraya kadar zahmet edip gelenlere açmaktadır;ağırbaşlı ve kanaatkâr görüntüsüyle... Daha çok buralarda hatırlıyorsunuz;tarihin acı yüzünü... ölenleri, yaşayıp ıstırap çekenleri ve mazlum yüreklerden
göğe yükselen ahları...
Ekonomik
yönünü bir tarafa bırakırsak; kar, sözlü kültürün, yaşaması ve zenginleşmesi ve
bugüne gelmesi konusunda en büyük pay sahibi... Ulaşım imkânlarının zor ve kıt
olduğu devirlerde, çeşitli mekânlarda biraraya gelen insanlarca, hikâyeler
anlatılmış, masallarla Kaf Dağı’na gidilmiş, devleri öldürmüş şehzadeler. Ve
yiğitler son vermiş zalimlerin zulmüne. Yeni oyunlar üretilmiş; karla kaplı
yollara söz geçirilemediği için... Âşıklar dinlenmiş, âşık olunmuş; çevreyi,olayları ve insanları anlatan söz ustaları türemiş. Âşıklarının ve
hikâyelerinin çokluğundan da belli değil mi bu durum?
Kardan
kaleler yapıp, cengâverleştiğimiz ve tahta kılıçlarla düşmana saldırdığımız (Rasim
Cinisli ağabeyin deyimiyle; “Biz çocukken bir çubuk bulduğumuzda at yapıp,cirit oynarken; o yaştaki Kayserili, büyüklerinin bir tablaya koyduğu malzemeleri
satmaya başlar. Buna bakınca; aramızdaki gelişmişlik farkının sebebini kolayca
anlarız.), o günler, yaşadığımız müddetçe, yaşatmaya devam edecekler
kendilerini bizde... Çünkü; “Çocukluk
kentinin bizi kuşatan gerçeğinden kopmanın mümkünü yok.” Ve şairin(
Kavafis); kaderlerin kesiştiği noktalara işaret ettiği gibidir hayat. Okuyalım:
“Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın
yeni denizler. Hep peşinde, izleyecek seni bu kent. Dolaşacaksın aynı
sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın ve burada, bu aynı evde ağaracak
aklaşacak saçların. Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kenti bekleme sakın,ne bir gemi var, ne de bir yol sana. Nasıl heder ettiysen hayatını bu
köşecikte, yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”