Gecenin sonunda, “Su” konu edilerek açılan “Şiir, Kompozisyon ve Resim” yarışmalarında dereceye girenlere ve onları yetiştiren okul yöneticilerine ödüllerinin verildiği bu güzel organizasyonun, başka kurum ve kuruluşlara örnek olacağı umuduyla, Eski Genel Müdürü Remzi Ertek’in şahsında emeği geçenlere teşekkür ederken, salonla (Büyükşehir Belediyesi Kültür Merkezi) ilgili bazı noktaları dile getirmek istiyorum:
Yükseklik ve genişlik olarak, rahat ve ferah bir ortama sahip olsa da, sahne, oturma yerleri ve ses düzeni için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Her ne amaç için böyle yapılmış olursa olsun, sandalyelerle doldurulmuş olmasının, böyle bir yerin görüntüsüne zarar verdiği ortadadır. Ayrıca sahnenin sıradanlığı, dışarıdaki görüntüsüne kapılan insan için oldukça şaşırtıcıdır ve bir an önce, sahneye çıkış noktaları özellikle göz önünde bulundurularak, yenilenmelidir. Bunun benzeri olan yerlere bakılarak, bu çalışma en güzel şekliyle yapılabilir. Bir diğer önemli ayrıntı olan ses düzeni ise; belki de bunların hepsinden önemli. Salon; vakit geçirilmeden, bir an önce, konuşmacıları ve dinleyenleri üzmeyecek profesyonel bir ses düzeniyle donatılmalıdır. Bizim gözümüzden kaçan başka detaylar da olabilir ancak en önemlileri olduğu için bunları sıraladık. Bu şehirde yaşayanlar, bu salondan daha güzellerine lâyıktır ve bizim yaptığımız da sadece bir hatırlatmadır. Gerisi; ilgili ve yetkililerin bileceği iştir. Sözün bundan sonrasını; gecede sunduğumuz, su üzerine yazılmış metinden bir bölümle sürdürelim:
Şehirler kurmuşuz; sırtını dağa veren ve yanı başından nehirler, çaylar akan... Eskinin dünyasında yerleşim ve aynı zamanda da düşmandan korunmak için böyle yerler seçilirmiş... Hem verimli ve hem korunaklı...
Su, içinden geçtiği yerleri şenlendirmiş; onun içinde etrafında büyük ve çekici şehirler kurulmuştur. Dünyanın gözde yerleşim yerlerinin hemen hepsinin suyla muhakkak bir bağı vardır. Ve buralarda, daha yüksek bir hayat tarzı, daha zevkli bir düzen hâkimdir.
Atalarımız da, yüzyıllar içerisinde, suya dayanan ve onun nimetlerinden faydalanan bir medeniyet oluşturmuşlar. “Temiz olmak” ve “temiz kalmak” için, her gittiğimiz yerde çeşmeler akıtmış, hamamlar yapmışız. Temiz ve güzel yaşamayı, değişmez bir kaide haline getirmiş, ayak bastığımız topraklara, temizlik, güzellik ve incelik götürmüşüz. Fakat ne acıdır ki; bir zamanlar temizliği ve medeniliği bizden öğrenenler, biz geride kalınca, bugün aynı şeyleri bizlere öğretmeye çalışmaktalar.
Atalarımız tarafından dağ başlarında, yol kenarlarında, sokak aralarında, iyilik ve hayırdan başka bir amaç gözetmeden yaptırılan bu sebiller, yüzyıllarca buralardan geçen ve buralarda yaşayan insanların su ihtiyacını karşılamıştır.
Birer gönül adamı, birer iyilik avcısıydılar sebilleri yaptıranlar... Maksatları, suyun serinlettiği yüreklerde yer edinmekti sadece... Bakımı, yaptıranlar veya bu iş için kurulmuş vakıflar eliyle yapılan sebillerin çoğu, zamana ve bakımsızlığa yenik düşmüş, harap olmuş ve bir kenara atılmış.
Bir insan sesine, küçük bir su şırıltısına hasret, “kadim yalnızlıkları” içinde kendilerine biçilmiş akıbetlerine doğru yol alan sebiller; onları bu durumdan çekip çıkaracak himmetli bir el beklemekteler belki hâlâ...
Çocukluğumuzda bazı evlere şehrin önemli çeşmelerinden su taşıyan sakalar görürdük tek tük... Yıllardır alışkın oldukları tadı, evlerinden akan sudan alamayan “su keyifçileri”, bu zevklerinin gereğini yapmaya ve sakalarla evlerine bu çeşmelerden su taşıtmaya devam ediyorlardı. Kendilerine has tavırları, suyu dolduruşları, taşıyışlarıyla bir meslek gibiydi bu iş onlar için.
Suyun kültürümüzdeki yeri de bir başkadır. Suya ve suyun bizden kopardıklarına, destanlar dizmiş, şiirler yazmış, türküler ve ağıtlar yakmışız. Su; kontrol altında tutulduğunda hayat vermiş geçtiği yere, bazen ise ocakları yıkmış, hayatları söndürmüş, toprakları verimsizleştirmiş.
Bahattin Ögel’in “Türk Mitolojisi-1”kitabında belirttiği üzere, Ortaasya’dan toplanan bütün “Yaratılış Destanları”na göre, yeryüzü başlangıçta büyük bir okyanus ile kaplıydı. Canlılığın devamı için mutlak gerekli olan suyu, kutsallaştırmışlardı atalarımız ve suların birbirine kavuşma yerlerini önemli sayıyorlardı. Aslında buna benzer daha nice inanış, değişik kültürlerde yer bulmuştu kendine.
Hayatın kaynağı olan su, bazen de gencecik hayatları söndürüyordu. Suyun getirdiği güzellikleri anlatan türkülerimiz olduğu gibi, bu tür acıları yüzyıllar boyu yaşatan türkülerimizde var. “Pınar başından bulanır/ İner ovayı dolanır” diyerek gülerken, “Apardı seller Sara’mı / Bir ala gözlü balamı” diyerek ağlamışız. Suyu derin akan Fırat, kardeş yoluna “anayı” ağlatmış, “bacıyı” sayıklatmış. Yüreği yaralı âşık, bir Erzurum türküsünde seslenmiş:
Yandı canım tende ey rûh-î revanım bir su ver.
Kurudu saki hararetten dehânım bir su ver
Halk ozanlarımız içinde de suyu konu edinenlerimiz, söze su ile başlayanlarımız az değildir. Ayrıca pınar başları, sadece sevda çekenlerin değil, dertlilerin de otağıdır. Erzurum’un büyük âşığı Reyhani, bir şiirinde, eşi Almanya’ya giden gelini konuştururken şöyle bir tablo çizer:
“Elleri koynunda pınar başında
Almanya’ya doğru bakar o gelin”
Reyhani, belki, eşinin gittiği ülkenin hangi tarafta olduğunu dahi bilmeyen gelini pınar başından Almanya’ya doğru baktırırken, yine onun gibi, ömrünün son deminde terki diyar eden bir başka aşığımız Mevlüt İhsani ise, kurak bir zamanda, suya olan hasretini bakın nasıl mısralara dökmektedir:
“Mevlüt ezilmiştir hıbarda, taşta
Arzum sarp kayada, yolum yamaçta
Ne dizde takat var, ne aklım başta
Uzaktan uzağa çağlar su, su, su.” (Doç.Dr.Dilaver Düzgün, “Aşık Mevlüt İhsani”, Atatürk Üniversitesi Yayınları, No:851, Erzurum 1997, s.211)
Suların aslını arayarak ağladığını söyleyen “Kara Toprak”ın büyük âşığı Veysel ise, “başını taştan taşa vurarak avare gezen”, “güzellerin gönlünü eğlemek için saf olarak köy pınarından akan” su için bir şiirinde şöyle sesleniyor:
“Her zaman âşıkım suyun sesine
Baharda bulanıp çağlamasına
Akar gözyaşlarım gam deryasına
Veysel’in derdini yenleyen sular.”
Yine Veysel’in toprağından, yüreği türkülere vurgun, ömrünü şiirin hasını yazmak yolunda eritmiş, Anadolu’nun acısını, derdini, sevincini, çilesini, yoksulluğunu, aşkını ve güzelliğini mısra mısra dile getirmiş bir söz ustasından, milletine sevdalı bir şairden, Yavuz Bülent Bakiler’den, “Nerdesiniz?” diyerek sulara seslenen bir bölüm aktaralım:
“Başımı bir çeşmenin taşına koydum usulca
Kulağımda suların ince çağıltısı var da
O eski sular yok eski taş oluklarda
Yok artık huzurdan bir iz
Dilimde suya hasret bir memleket türküsü
Sularım nerdesiniz?”
Akar gider sular; dağlar, ovalar ve vadiler boyu… Bu akışa bakınca; bir sonsuzluktan akıp geldiği ve yine bir sonsuzluğa doğru aralıksız, durmadan, dinlenmeden, gece ve gündüz akıp gittiği aklına gelir insanın… Kıvrılır, azalır, çoğalır, hırçınlaşır, durgunlaşır ve daha nice bir şekle, nice bir renge girerek, dağları yarıp, düzleri aşarak, kavuşmak istediği yere doğru akar gider. Hemşehrimiz Cahit Külebi de; gece gündüz akan bir çeşmenin akışında bulmuş bu anlattıklarımızı:
“Kopdağı'nda akar bir çeşme var
Serçe parmak kalınlığında suyu
Haram etmiş gece gündüz uykuyu
Akar da akar”