Ben bu türkülerin vurgunuyum; ben bu türkülerin sürgünü… Aşar gider dağlar ardı şiirlerim… Ses verir yazdıklarım türkülerden, içine gömülmüş acıların derininden… Bir ses, bir nağme düşer aniden yüreğime gecenin içinden… Alır götürür içli bir türküye, gönlü kırık, bağrı ezik bir dertliye… Uzak zamanlarda, bilinmez diyarlarda, derin vadilerde ve al yeşil bürümüş bin bir renkten haber veren ovalarda… Nazlı bir ceylan gibi koşup gider hayalde sevgilinin kaşı, gözü, boyu, posu… Dört bir yanımı odlar bürür, damarlarıma yeni bir hicran yürür, lâle sümbül boynun eğer, zihnim yeni bir kederle örtülür. Hüzün sesini türkülerde bulur, sevgi nağmelerde nakış nakış örülür, kırışık bir alından domur domur ter eşliğinde acı tel tel dökülür. Üstat Bahattin Karakoç’un dediği gibi;
“Çiçektir, ıtırdır, ışıktır benim türkülerim
Sesimi boyayan bir beyaz kaçak
Sevdalanır sevdalanır söylerim
Dilimin yarısı güldür, yarısı bıçak…”
Helkeler kolunda suya giden, yârini gurbete salmış nazenin, maral bakışlı bir gelinden süzülen ayrılık rüzgârı sinemi deler geçer; çaresizliğin ıstırabıyla sarsılırım. Akar gider gözüm yaşı sel olur, çeker gider zülfün teli el olur. Bir dem gelir kavga eder gönül kendiyle bile… Bir dem gelir çözülür zincir; uçar gider bir sunanın ardından ta ötelerden ötelere… Bir haykırış biner boynumuza, çekip götürür bin bir sitemin iç içe geçtiği, dayanılmaz bir gerçeğin umutsuz bir manzaradan medet beklediği, ses verdiği bir yere… Bir dem gelir; çöllerin yakıcı ıssızlığında kum fırtınalarına tutulur, vefasız Leylâ’nın bitmez tükenmez, artar eksilmez aşkıyla ırak mesafelerde dolanıp dururum. Halime uygun bir söz ararken, ozanın söylediği dörtlükle teselli bulurum: Saz vefasız çıktı dostlar hayırsız / Kağıda kaleme küskünüm Leylâ / Sanma ki tükendim sanma yorgunum / Fırtına öncesi suskunum Leylâ (Ahmet Yılmaz)
Bu türküler… Geçmişten bir nefestir bizlere… Üfledikçe; gâh yanarız, gâh donarız, gâh bir gül dalına konar, gâh bir turna ile coşar; gâh yeni sevgilere, yeni sevdalara doğru yol alırız. Bu türküler; merhametten otağ kurar yüreğimize… Gâh ağlarız, gâh yoksulun ahı, kavuşamamışların, sevdaları yarım kalmışların acısıyla sızım sızım sızılarız. Gün gelir; bir ışık düşürür nağmelerinden, sözlerinden; giderek kuruyan, insanlıktan uzak düşen dünyamıza… Bir hoş olur; nice bir zaman dağı, sahrayı, bir muhabbet çiçeğinin rengine boyarız.
Bu türküler… Kötü sözlerin viran gönüllerde açtığı yaraya merhemdir. Bu türküler; unuttuğumuz çocukluğumuzun saflığını, karşılıksız sevgisini, saygısını bizlere yeniden hatırlatandır.
Bu türküler… Gittikçe hoyratlaşan, gittikçe azalan dostluğun, vefanın, arkadaşlığın, komşuluğun ve de sevginin, saygının menfaat karşılığında alınıp satıldığı, yüreklerin, duyguların, düşüncelerin tarumar edildiği, inceliklerin unutuluşa terk edildiği bir vakitte, nice bir devir öncesindeki güzellikleri bugün de aynı şevk, aynı heyecan ve aynı inançla savunandır. Gayretine cevap verenlerin sayısı azalıyor olsa da; yine de asırlardır koynunda büyütüp yaşattıklarını bugün de kalbimizde, zihnimizde yaşatmaya çalışandır.
Bu türküler… Hiç kimsenin kötülüğe alet edemediği, yüz yıllardır dillerde söylene söylene, gönülden gönüle taşına taşına gelen bu halk verimleri; Anadolu insanının bu toprakların ebedî sahipleri olduğunun bitmez, tükenmez, silinmez tapusudur. Âşığı onda yaşar, ozanı onda… Şairi ondan ilham alır, yazarı sıkıştığı yerde sözünü ona dayandırır. Türküleri bilmeyenler, türkü dinlemeyenler, türkülerden uzak duranlar ve anlattıklarını anlamayanlar, anlattıklarından hisse kapmayanlar, sözlerinden, nağmelerinden kendilerince pay çıkarmayanlar; bilinmelidir ki; “Taslarını başka çeşmelerden doldurmuşlardır.” ve bu toprağın cefalı, vefalı, çileli, sevdalı insanını anlamaktan uzaktırlar.
Kulaklarında bu toprağın türküleri… Dillerinde bu toprağın ninnileri, manileri… Yunus’tan Veysel’e uzanan zincirin halkaları olan âşıkların deyişleri olduğu halde büyüyüp, öldüklerinde de bu toprağın bağrını mekân tutanlar… İşte onlardır bu toprağın gerçek sahipleri… İnançlarıyla, duruşlarıyla; merhametleri, şefkatleri, sevgileri ve sevdalarıyla; dürüstlük, doğruluk ve insanlıklarıyla bu cennet vatanı gelecekte de yaşatacak olanlar…
Anadolu’nun kutlu sinesinde yankılanan her seste, her nağmede; ama az ama çok; mutlaka türkülerden bir motif, bir iz, bir eser, bir belirti, bir etki vardır. Yapanının, yazanının ve besteleyeninin, bir dönem türkülerden beslendiğini, kulağının pasının türkülerle silindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hangi tür müziği seviyor olursak olalım; bir yerde toplandığımızda, bir muhabbet meclisinde bir araya geldiğimizde, türküler baş tacımız, ortak dilimiz, ortak sesimiz ve ortak zevkimiz olur. Çok az bilenimiz bile, bildiği kadarıyla türkünün nakarat kısmına eşlik eder.
Bu türküler… Geçmişin bize emaneti, atalar mirasıdır. Öyleyse emanete hıyanet etmemek, bu mirasa gerektiği gibi sahip çıkıp, yaşatarak; gelecek nesillere bozmadan, bozulmadan, aldığımız gibi teslim etmek boynumuzun borcudur ve bu da; toprağımıza sahip çıkmak gibidir. Nasıl ki vatanımızın bir taşını bile yabancıya elletmiyor, bir karışını bile esirgiyor, bunun için her zorluğa göğüs geriyorsak, toprağımızın sözlü tapusu olan türkülerimiz için de; aynı idraki, aynı bilinci ve aynı direnci göstermeliyiz. Onları aslından uzaklaştırarak; çehresini, rengini, nağmesini, sözünü değiştirmek isteyenlere gerekli tepkiyi göstermeliyiz.
Türkülerimize lâzım gelen önemi verip, gerekli özeni gösterenlere, biz de hak ettikleri şekilde karşılık vermeli, maddi ve manevi desteği esirgememeliyiz. Böylece türküler; asli hüviyetleri, orijinal şekilleriyle yaşamaya ve bu millet, bu devlet, bu ülke, bu güzelim Anadolu yaşadıkça; gök kubbede çınlamaya devam edeceklerdir.
Ve türkülerimizi; şair Muhsin İlyas Subaşı’nın söylediği yerlere söyleyerek bitirelim cümlelerimizi:
Ben güneşe söylerim türkülerimi,
Alıp götürsün diye uzaklara.
Özlemlerimi Viyana kapıları solusun,
Kalmasın içimde bu gizli yara…
Ben bulutlara söylerim türkülerimi,
Alıp götürsün diye uzaklara.
Hüznümü Türkistan ufukları solusun,
Kalmasın içimde bu gizli yara…
Ben rüzgâra söylerim türkülerimi,
Alıp götürsün diye uzaklara.
Hasretimi Kabe’nin duvarları solusun,
Kalmasın içimde bu gizli yara…
Ben ufuklara söylerim türkülerimi,
Dinleyip genişlesin diye o sınırlara.
Ülkülerimi eski saadetli günler solusun,
Kalmasın içimde bu gizli yara… (Gizli Yara)