Bizlere neler oluyor ya da bu gidiş nereyedir?..

Sanki arzumuz hilâfına gelişiyor her şey… Bildiklerimiz tersine dönüyor, geçmişimiz târümâr edilip geleceğimize de ipotek konuluyor. Bir yandan toparlandığımızı sansak da, diğer yandan bir gaflet içinde, gün be gün uyuşturan, zihnimizi, beynimizi ve beynimizdekileri ele geçiren bir işgalle karşı karşıyayız. Bir yandan neler için kavga ettiğimize ve neler uğrunda bölünüp parçalandığımıza bakıp hayret ederken, diğer yandan önümüzdeki bu suni engellerden kurtulursak, bize özgü, bizi anlatan ve bize ait olan manzarayı yeniden kuracağımızın coşkusu içinde sermestiz.

         Oysa her sokağa adım atışımızda bize dayatılan ve içimize dışımıza, her yanımıza sirayet etmiş; başkalarınca planlanmış, başkalarına ait ve başkalarını simgeleyen bir görüntü karşılıyor. Nerede yaşadığımız konusunda şüpheye düşüp bir kere daha etrafımıza baktığımızda, gerek insanlardan ve gerekse çevreden gözümüze çarpan durum; zihnimizi derin ve anlaşılmaz düşüncelere garkediyor. Yaşantılarımız inandığımız gerçekten çok uzak; evlerimiz, mahallelerimiz (artık mahalle de kalmadı ya), apartmanlarımız, caddelerimiz, sokaklarımız ve hulâsa şehrimiz; geçirdiği o güzel devirlere, şahane vakitlere ve muhteşem bir maziye rağmen bugün ne halde… Ahengimizi, ritmimizi, inceliğimizi, derûnîliğimizi yitirmiş bir şekilde; hepsi aynı yöne koşan bir maratonun mensupları gibiyiz. Ancak bu gidişe ve koşuya biraz olsun dur demezsek, kazananın kim olacağını bilemesek de, kaybedenler arasında yer alacağımızı söyleyebiliriz. Uymamız gerekenleri kendimize uydurmaya  (Bunu hangi anlamda düşünürseniz düşünün; ister anlayış, ister algılayış, ister yaşayış, vs.vs.), çalışmakla, onlar bize uymazlar, ama kaybeden yine bizler oluruz. Hayatlarımızın anlatılacak yanı olmayacak ve geleceğe taşınacak hikâyeler oluşmayacak belki de… Bir şey aradığımızda, bir şey anlatmamız gerektiğinde hep mazinin ( o çoğunlukla sahip çıkmadığımız, bazen kaçtığımız, bazen hep bizi batıdan geri bırakanın o olduğunu savunduğumuz ) sayfalarını karıştırmak zorunda kaldığımızı bile yeri gelince ya da işimize geldiğinde görmezlikten geleceğiz.

         Öyle zamanlar yaşanmış ve yaşıyoruz ki; arkalarında koca bir geçmiş taşıyan kelimelerle bile aramıza mesafe koymuşuz ya da kaldırıp bir kenara koyarak unutturmuşuz onları… Birer irfan ehli olan insanımız gün gelmiş bu kelimeyi unutmuş ve buna karşılık olarak bulunan, kökeni yabancı kelimenin boyunduruğuna girerken, kendini de onun telkin ettiği kalıba sokmuş. Öyle ki; “Tam bir kültür hercümerci içindeyiz. Bu hercümercin ilk sebebi kültür kelimesini almamızla başladı. İngilizler'in dediği gibi: "Ahmak doğan, ahmak ölür!" (Cemil Meriç,Bu Ülke)

         Oysa; “İrfan kendini tanımaktır, şuurlanmaktır. Hiçbir emperyalizm irfanıyla istila etmez. Biz ki Yunan'dan mantığı almışız, insanı insan yapan bütün değerlere açığız. Ama hiçbir emperyalizm Descartes ile Shakespeare'le gelmez. İrfan emperyalizmi olmaz. Avrupa, Hind'de de, Çin'de de, Osmanlı'da da habis programını başarı ile oynamıştır. Bu, irfanımız olmadığına bizi inandırmaktır. İrfanı olan bir ülke bütün irfanlara açıktır.”( Cemil Meriç,Sosyoloji Notları ve Konferanslar)

         Elimizdekilerin kıymetini bilmeyip, kimden neyi alacağımızı iyi tesbit edemediğimiz ve çareyi başka yerlerde, başkalarının bize yutturduklarında aradığımız içindir ki; bir türlü istediğimiz noktaya gelemiyoruz.

Kendi köklerimize, cedlerimizin yüzyıllar içinde geliştirdiği insanla ve inançla ilgili metodlara dönüp, onlardan bugünde geçerli olma ihtimali taşıyanları alıp, değiştirip, dönüştürüp, geliştirerek uygulamak varken, bizim her şeyimize, maddi ve manevi yaşantımıza, algılayış ve anlayışımıza ters ya da bizi biz yapan değerlerden olabildiğince uzaklaştıran uygulamaları taklit ederek bir yere varamayız. Evet; artık öylesine bir gidişin anaforuna kapılmışız ki; bu durum her geçen dakikada bizi bizden ve birbirimizden olabildiğince alıp, tamamen yabancısı olduğumuz zamanlarda ve mekânlarda konaklattırıyor.

         Her şeyi; bir çoğumuzun mustarip olduğu ama ya bir şey yapmadığı, ya da yapamadığı veyahutta “aman bana ne” diyerek geçip gittiği, mevki, statü ve maddi boyutlara taşıdık. Eş, dost, akraba, arasında bile bu böyle ne yazık ki… Komşuluk yapmak, birbirinin yüzüne bakarak selamlaşmak, halini hatırını sormak da neyin nesi? Birilerinin “….. aşağı sınıftan insanlar için inşa ettiği meskenleri, yani apartmanları, uygarlık göstergesi diye alıyoruz.” Günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş eserlerimizi korumayı bile beceremiyoruz. “ ……kendi geleneksel evlerimizden çıkıp, bir uygarlık göstergesi sayılan, hepsi kutu gibi, kimliksiz ve kişiliksiz apartmanlarda yaşamaya çalışıyoruz.. 

         Halbuki onlar;  Yüz yıllık bir binayı gözünün bebeği gibi korur, bir geleneği devam ettirir.” Bunları görünce ya da bilince; “Vah bize… Eyvah bize… Yazık bize…” dememek elde değil.

         Bugün dünyayı kendilerine göre tasarlayanlarca ortaya konulan durum; her şeyin onlara benziyor olması gerektiğidir. Zaten ülkemize bakınca bunun gerçekleşmesi yolunda çok fazla güç harcamaları gerekmiyor bunu yapanların… Daha açık bir ifadeyle; herkes “…….’onlar’ gibi yemek yiyecek, oturacak, evleri, odaları, salonları ‘onlar’ gibi olacaktır. Uygulanan emredici politikalar sonucunda bugün bu noktaya gelmiş bulunuyoruz, bütün dünya ya ‘onlar’ gibi olmuştur ya da olmaya çalışmaktadır. Artık ne bir Müslüman'ın ne de Çinlinin, Hintlinin, Maya'nın, Aztek'in kendine özgü herhangi bir oturma biçimi kalmıştır. Yeme-içme alışkanlıklarımızdan giyimimize, oturma düzenimizden yaşama biçimlerimize kadar her noktada bir ‘onlar’ gibi yaşmaya çalışıyor veya buna zorlanıyoruz .”adeta… Gerçek şu ki birileri; her alanda güçlerini kullanarak; sadece bizleri ve bize ait olanları değil, kendileri dışındaki bütün “dünyayı tasfiye ediyor”.

         Bu tasfiyeye direnmenin ya da bunu kendi lehimize çevirmenin zorluğu oradadır. Ama imkânsız mıdır? Bunun üzerinde düşünmesi gerekenlerin bu soruyu ne zaman gündemlerine alacakları ise, bu gidişle belirsizdir.

 


01.11.2010 00:54:00