Sahur… Geçmişten bir kesit…
“-Niyet etmeyi unutmayın!”
Her
gece bu tembihi mutlaka yapardı rahmetli… Çünkü, sahura kalkmak niyet sayılsa
da, idrakle, bilinçle o günkü oruca niyetlenmenin fazileti başka… İşte bu
sebepten, sahurumuzu yapıp yataklarımıza koştuğumuzda, bir ay boyunca her gece
bu hatırlatmayı yapardı. “Baba tamam,her gece bunu söylemene gerek yok artık.” deseydik de; o yine senelerin
verdiği alışkanlıkla bu seslenişini devam ettirirdi. Ve bunu; beraber olduğumuz
süre boyunca hep yaptı. İyi de etti; zira bizim de zihnimize kazındı bu işin
önemi ve şimdi biz de çocuklarımıza hatırlatıyoruz bunu…
Bir başka zamanın, bir başka tavrın ve duruşun sahibi olarak
hafızamda yereden babamdan bu konuda ne miras kaldı bana ve bunun ne kadarını
yapabiliyorum, böylece onu manen ne derece yaşatabiliyorum diye, ara sıra kendime
sorarım. Meselenin uygulama boyutunda çok fazla başarılı olamadığımı görmek,beni rahatsız ediyor ve bir duruş sergileyerek hayata katkıda bulunmanın
zorluğu karşısında irkiliyorum. Benimle ve cemiyetle yakından ilgili bu
sürükleniş, korku salıyor yüreğime ve gelecek günlere, o günlerde yaşanacak
ramazanlara bu eksilenlerin aynasında bakınca; hüzünleniyor, sonrasında derin
bir nefes alarak rahatlamaya çalışıyorum. En iyisi; gerçeği hakkıyla bilene
tevekkül etmek… Böyle bir düşüncenin içinden başka türlü çıkılmıyor yoksa…
Dedeyle, babayla, anneyle, kardeşlerle ve evin diğer
fertleriyle yer sofrasına oturulan o sahur gecelerinde, herkesten önce kalkıp
hazırlık yapmak ve daha sonra da onları kaldırmak olarak özetleyebileceğimiz bu
durumda en büyük sıkıntıyı anneler yaşardı ve bugün de yaşıyorlar. Rahmetli
annem, içimizde sahura kalkmakta zorlananları, hiç üşenmez; merdivenleri
çıkarak, bir değil birkaç defa çağırır, bu arada uykunun verdiği sersemlikle
söylenen; “ Hadi ana sen git, geliyorum.”sözlerine itibar etmez, kaldırıncaya değin uğraşırdı. Nerdeyse bir ramazan
boyunca cereyan eden bu hâl, bazen dedemi, seksenine merdiven dayamış Hacı
Sabit’i çileden çıkarır, bağırtırdı:
“-Kızım Gülsüm; bırak yeter, yoruldun.
Sahursuz oruç tutsun da görsün gününü.”
O zamanlar “gününü
görmek” demek, bugün kırkını aşmış olanların bildiği gibi, on altı, on yedi
saate yakın aç, susuz durmak demekti. Yazın o uzun günlerinde vakit geçmek
bilmediğinden, kitap okumak, gezip dolaşmak ya da iftara iki saat kala sinemaya
gitmek, ilk gençliğimizde yaptığımız işlerden bazılarıydı. Evin ihtiyaçlarını
almaya gönderilmek de işin başka faslıydı.
Bir bahçenin içinde evli ağabeyilerimizle birlikte
oturduğumuz geçmişin ramazanlarında, uyanamayıp, sahura kalkamamışsak, bu
hepimiz için geçerliydi. Zira uyanan olursa, diğerlerini de uyandırmak gibi bir
görevi vardı herkesin… İlk gençlik çağlarımızı yaşadığımız o yıllarda (70’li
yıllar), bizim için iftar bir türlü gelmek bilmezdi. Zaman yavaş yavaş
ilerlerdi adeta… Halbuki şimdi öyle mi; sanki dört nala kalkmış bir atlı gibi
hızla geçip gidiyor yanımızdan… Bu geçişten ne yakalayabilirseniz, sizden
geriye kalan da odur zaten…
Bugünden
bir kesit…
Şimdilerde geleneğimizi, göreneğimizi, âdetimizi, örfümüzü,kısaca kültürümüzü bir kenara koyduk ve kendimizi de ona uydurarak; aileyi
küçülttük. Herkes kendi başına olmayı, kendi hayatına sadece kendi
bildikleriyle hükmetmeyi çok seviyor. Halbuki; tecrübenin bize öğreteceklerinin
yanında bizim bildiklerimiz o kadar az ki… İşte o tecrübeliler çoğunluğun
hayatında pek yok. Onlar; ara sıra görülebilecek ve dua istenecek “sessiz gemiler” olarak görülüyor. Ve
birden; pek de belirgin olmayan yerleri boş kalıyor. O büyüklerin; evin
bereketi, geçmişi olan ve de geleceği şekillendiren o güzel insanların,yanımızda bulunmasının ne büyük nimet olduğunu, ancak onları kaybettikten sonra
anlıyoruz. O da; hatıralar şeridine dalmasını ve oradan bir şeyler çıkarmasını
bilirsek eğer…
Ne var ki; bu geç anlamanın bize hiçbir faydası ve zerre
kadar önemi yoktur. Ramazanlarda, bayramlarda bu yokluğun yüreğe nasıl
oturduğunu ve gözleri yaşa boğduğunu, anne babaları henüz sağ olanlar lâyıkıyla
bilemezler.
Söz yine dağıldı ve bugünkü sahurdan bir kesit veremedik.
Aslında bugün de, mazinin güleç yüzünde
kalanların bir bölümünü olsun yaşatabiliriz çocuklarımıza… Sahura kalkmak gibi
önemli bir ayrıntıyı ihmal etmeyerek, iftarda bir arada bulunmanın güzelliğini
vurgulayarak, onların genç dimağlarına bu hoş rayihadan damıtabiliriz. Bunu;yapılması gerekenleri onların keyiflerine bırakarak değil de, kararlı olduğumuzu
göstererek başarabiliriz.
Ramazan; bir başka yakışıyor şehre ve dünyamıza… Çarşıları,pazarları temizliyor ve Müslüman yüreklere kendinden izler bırakıyor.
Gökkuşağının ışığını üstümüze bindirerek, insan olmanın, Müslüman olmanın
aydınlığını ramazandan sonra da devam ettirmemizi ihtar ediyor. Diğer aylarda
da yoksulun yine yoksul, düşkünün yine düşkün olduğunu ve elimizden geldiği
kadar darlarına yetişmemiz gerektiğini zihinlerimize nakşediyor. Deruni
nağmeleri ruhumuza ve “Şehr-i mübarek”i
dillerde terennüm ettiren, gönüllere yerleştiren ramazan, bir ihtiyaç sahibine
edilen yardımda gerçek anlamını buluyor.
Yüce
Rabbimden ramazanın hepimiz için hayırlara vesile olmasını diliyorum.