Adımız Andımız

Bazen siyaset veya hukuk okumanın diğer bölümleri okumaktan daha "anlamlı" olduğunu düşünmüyor değilim.

Her meslekte olduğu gibi bu mesleklerde de emirleri, direktifleri ile sizi etkileyecek üstlerinizin; size verecekleri görevler, yetkiler, haklar kadar mesleğiniz hakkında da bilgisi olması gerekmez mi?

Örneğin; doktorsunuz. Ama sağlık bakanı avukat! (olmaz demeyin Özal döneminde Avukat Halil Şıvgın Sağlık Bakanı idi) Örneğin; Karayolları'nda çalışan bir mühendissiniz. Ama Bayındırlık Bakanınız Edebiyat Öğretmeni!

Emir geliyor yukarıdan "tüm ayrılıkları bitirin...!"
Newton'dan başlayıp Aynştayn'a kadar mühendislik eğitiminizi etkileyen, çoğu Nobel ödüllü tüm bilim insanlarına saydırıyorsunuz, o dağı delecek yolun projesini çizerken...

Hukukçusunuz; Yasa çıkaran da hukukçu ise işiniz kolay. Neticede yasaları uygularken en azından yol mühendisine göre işiniz oldukça kolay. Hele bir de en tepedeki hem hukukçu hem de hukuka saygılı ise oh mis gibi.

Ya da siyasal mezunu bir kamu yöneticisi farz edin kendinizi; Bir yasa çıkıyor. Ardından bir yönetmelik. Ve siz, belki tayin olmadan önce yerini bile bilmediğiniz o kasabada bir devlet memuru olarak bu kuralları uygulamak ya da denetlemek için vatandaşın karşısına çıkacaksınız. Eğer siyaset, siyasaldan haberdar ise sevinin. Çünkü lokum gibi kurallarla vatandaşın karşısında işiniz kolay. Evvelini, ahirini bilen insanların elindeki siyaset emin olun siyasalın işini kolaylaştırır.

Ama bunlar ihtimal.

Yıllardır gazeteciyim ve gazetecilik yaparken "yahu bir üniversite diplomam da olsun"derken inanın bu tespitler hep aklımdan geçmiştir.

Nalburdan gazete patronu olur ve hele ana akım medyayı da bu nalburlar yönetirse?...

Garantiyi seçtim: Yukarılardakilerin mutlaka en alttakilerin dilinden anlaması gereken bir mesleği; tiyatro okudum.

Size işinizi, görevinizi, rolünüzü, repliğinizi, duruşunuzu, mimiğinizi öğreten en tepedeki adamın en azından kasap olma ihtimali yok!..

Üstelik tiyatro ile hayatı bağdaştırabilirseniz, yaşadıklarınızı daha farklı irdeleme şansına da sahip oluyorsunuz. Ben de işte bu şansı doya doya kullanıyorum.

Ve tiyatro eğitiminin bana öğrettiği en önemli bilgi de seyirci alkışlarının önemidir...
Ve seyirci alkışlamadıktan sonra ne eserin, ne yönetmenin, ne de oyuncunun  önemli olmadığıdır.

Haa öyle seyirciler var ki, hem de bunlar kitle kitledir;  eser sahibi, yönetmen ya da oyunculardan birine vurgundur. Diğerlerinin hatasını görmez, alkışı basar. Yeter ki afişte adını görsün sevdiği eser sahibinin veya yönetmenin ya da oyuncunun; hiç önemi yoktur. Örneğin başroldeki oyuncunun müptelası seyircilerin eserdeki mantık hataları ya da yönetmenin absürdlüklerini (saçmalıklarını)  hiç takmadıklarını da çok görmüşümdür.

Ve tiyatro hayata ayna tutma sanatı ise diyerek şimdi diyeceğimizi diyelim:

Andımız kalktı.

Alkış...  Alkış...  Alkış...

Nalburun ana akım medyası, candaşlar, yandaşlar, barış elçileri, akiller falan. Yer gök inliyor.

Bir yurttaş olarak  şaşkınım.
Yahu ben niye alkışlayamıyorum?
Niye sevinemiyorum!

Erzurum'da... 2000 rakımda, -40 ları gören soğukta, üşürken bile hançerle bar tutarak oynayan bir kültürün evladı olarak galiba buraları yurt edinen, vatan diyen dedelerimin tercihlerini gözden geçirme zamanı geldi.

Galiba ta oradan başlayan bir tuhaflık var!

Eseri onlar yazdılar. Geldik bu ilginç ve  çok özel (ekstrem) coğrafyayı vatan tuttuk. Savaşlar, işgaller, yoksunluklar ve hançer barı!..
Hem de asırlar boyunca. Hatırlayın bakalım aklınıza gelen Erzurum'la ilgili şiirleri, Türküleri...
Hepsi askerlik, savaş ve savaş kahramanlıkları değil mi?
Huma kuşuyla mektup,
Kırmızı gülle demet demet hasret toplayıp,
Höllük elediği bebesini askere gönderen kim?

Eee yönetmene bakıyorsunuz; bir Osmanlı Paşası ve ona ilk kucak açan memleket neresi? Hem de idamlıkken, kongresini yapıp ardına düşen kim!

Ama oyunculara bakıyorsunuz: Hepsi stand-up'çı... Ayaküstü akıllarına ne gelirse söylüyorlar. ..  Seyirci memnun. Basıyor alkışı. Basıyor alkışı.

Yapacak bir şey yok arkadaşlar. Oyun muhteşem. Turne turne yıllarca gider...
Tiyatroya saygı lütfen!

Ben ilkokulda iken ve  o zemherinin ayazında, o küçücük gövdemle, o dağ başındaki köyde, her sabah and içerken tir tir titriyor, üşüyordum. Ama hiçbir zıkkım olmadı bana...

Şimdi 43 yaşındayım ve tek varlığım oğlum (Dumlu Saltukhan) ilkokula başladığında o andımızı okuyamayacak. Çocuklarımızın gövdesini ısıtmak için o andı sınıflarda, salonlarda okutabilir miydik!

Şimdilerde ise ruhum titriyor. Belki de çocuklarımızın gövdeleri ısınsın diye üşümeyi göze aldık.

Bu olağanüstü bir oyun. Alkış lütfen...!
Bir sonraki temsilimiz; "hançer barı, nefret suçu kapsamındadır" hepinizi bekleriz efendim...!

06.10.2013 02:06:58