Akdağ Köyü; Erzurum'a 25 km mesafede, sırtını Dumlu Dağları'na yaslamış, yeşillikler içerisinde, şirin ve güzel bir köşemiz.
Dumlu
Baba suyunun bereketlendirdiği Akdağ, kaplıcaları, soğuk suları,
bostanları ile bir zamanlar şehrin en gözde mesire alanlarından biriydi.
Suların
kirlenmediği, tohumların bozulmadığı, kültürün yozlaşmadığı dönemlerde,çoğu Erzurumlu gibi yaz gelince bizim ailenin de en fazla tercih ettiği
mesire yerlerinin başında Akdağ Köyü gelirdi.
Akdağ'dan başka Iğdasor, Tafta, Serçeme, Boğaz ve Teke Deresi gibi mesire yerlerine günübirlik gittiğimiz de olurdu.
Bir arada olmak, kederleri ve sevinçleri paylaşmak, yaşattığımız adetlerimiz arasındaydı.
Mangal ve piknik tabirleri henüz literatürümüze girmemişti.
Piknik yerine seyir ve kır kelimelerini kullanır, herfene kültürü ile paylaşmayı öğrenirdik.
Arabanın
zor bulunduğu o günlerde, rahmetli nenemin finanse ettiği minibüsün
günler önce kiralanmasıyla başlayan seyre gitme heyecanı anlatılacak
gibi değildi.
Uzun kış mevsimini zorluklarla geçiren Erzurumlular, çok kısa süren yaz mevsiminin keyfini ziyadesiyle çıkarırlardı.
Birkaç
aylığına Ilıca ve Hasankale'ye gidip çadırlarda kalmak, yakın
mesafedeki mesire yerlerine günübirlik gitmek, bacalarda oturmak, yaz
günlerini değerlendirmenin en güzel alışkanlıklarıydı.
Cumartesi günleri yarım mesai olduğu için, seyre Pazar günleri sabah erkenden gidilir, akşam ezanından sonra dönülürdü.
Bir hafta öncesinden seyre gidecek olmanın hevesi ve heyecanı büyük küçük herkesi sarar, evlerde hummalı bir faaliyet başlardı.
Cumartesi
gününü iple çeker, o geceyi uykusuz geçirir, yarı uykulu halde rahmetli
anamın kavurduğu un helvasının kokuları ve kâğıt torba hışırtıları
arasında uyanır, sokağın başında gelecek olan arabayı beklemeye
başlardık.
O nasıl bir sabırsız bekleyişti, zaman nasıl da
geçmezdi, ya araba bozulduysa, gelmeyecekse endişeleri arasında, bin
türlü kurgu yapardık.
"Alaattin'in minibüsü" dediğimiz uzun
burunlu aracın silueti görününce müthiş bir sevinç yaşar, elimizdeki
sepetlerimizi bir an evvel araca yükler, koltuklarda hemen yerlerimizi
alırdık.
Rahmetli nenem, elindeki 99'luk tespihi ile okuyup
üflemeye devam ederken, büyüklerde çocuklarla şakalaşıp yolculuğun
zevkini çıkarırlardı.
Akdağ Köyü'ne doğru yol alırken, hele bir
su birikintisinin içinden aracımız geçtiğinde, çocuk dünyamızda
kendimizi okyanusu aşmış gibi hissederdik.
Akdağ; uçurtma uçurmak
için oldukça avantajlı idi, bu yüzden Akdağ'a gitmeden önce el becerisi
bir hayli olan teyzemin oğlu Yavuz, özene bezene kuyruklu bir uçurtma
yapar ve o güne yetiştirir, köye vardığımızda bu uçurtmayı uçurtmak ve
onun nazlı nazlı süzüldüğünü görmek müthiş bir zevk verirdi.
Akdağ'a gittiğimizde köyün kuzey batısındaki tanıdığımız dayıoğullarının bahçesine gider düzenimizi kurardık.
İçerisinde
kavak ve söğüt ağaçları olan bu büyük bahçenin etrafı taş duvarlarla
çevriliydi ve bahçenin önünden bir ark geçiyordu.
Ark'ın üstüne
köprü vazifesi gören büyükçe bir sal taşı koyulmuştu, bahçenin girişinde
ise ağaçlardan yapılmış derme çatma bir kapı bulunuyordu.
Bahçenin
girişindeki ağaçlardan birine çivilenmiş; "Bahçe sahibinin müsaadesi
olmadan oturulmaz" ibaresinin bulunduğu tenekeden yapılmış bir levha
hemen dikkati çekerdi.
Bahçede uygun bir yer seçimi yapıldıktan
sonra kilimler serilir, üzerine minderler dizilir ve ortaya sofra bezi
yayılırken, bir yandan da mis semaver tütmeye başlardı.
Kahvaltının ana menüsü; lavaş ekmek, haşlanmış yumurta, un helvası, civil peynir ve tereden oluşurdu.
Birlikte yenilen bu kahvaltının lezzeti, bugün değme beş yıldızlı otellerin açık büfelerinde bile bulunmazdı.
Öğle
vaktine doğru bohçalar alınarak kaplıcaların olduğu yere yürüyerek
gidilir, üstü açık büyük havuza erkekler, kapalı olan küçük kaplıcaya
ise hanımlar giderlerdi.
Çocukların havuzda batmamaları için koltuk altlarına taktıkları su kabakları ise simit vazifesi görürdü.
Kaplıcaların
olduğu alan oldukça hareketli ve kalabalık olur, Umudum, Iğdasor gibi
yakın köylerden öküz arabalarıyla gelen günübirlikçiler arabalarının
burunlarını dikerek gölgelik yaparlardı.
Güreş tutanlar, davul zurna eşliğinde bar oynayanlar, yanan ocaklar, tüten semaverlerle ortam tam bir panayır görüntüsündeydi.
Çermik
sefasından sonra yürüyerek bahçeye giderken yoldaki bostanlardan
Akdağ'ın o meşhur salatalıklarından satın alır, bostandan yeni
koparılmış salatalıklardan yiyerek hararetimizi giderirdik.
Hava
yavaş yavaş kararırken yorgunlukla beraber hepimizi derin bir hüzün
kaplar, arabanın biraz daha geç gelmesi için içimizden dua ederdik.
Eşyalar
yavaş yavaş toplanıp gözler ufukta gelecek arabayı ararken, harman
yerinde mehtabın seyrine doyum olmazdı. Harman yerindeki ot yığınları
arasında ve ot kokuları eşliğinde arabamızı beklerken; yağ satarım bal
satarım, al cicozu ver cicozu gibi oyunlar oynar, vakti
değerlendirirdik.
Aradan çok uzun yıllar geçti, çocukluk, gençlik ve olgunluk derken, seneler su gibi akıp gitti.
Geçmişe
ait bir iz bulabilir, hatıralarımla yüz yüze gelebilir miyim diye
Akdağ'a gittiğim de derin bir hüzün kaplıyor içimi, şairin;
"Çok mu geçti aradan
az mı
bilmiyorum
yaptık mı bu yolculuğu
yaptık gibi mi geliyor bana
bilmiyorum." Mısralarını hatırlıyorum.
Geçmişin renkli görüntülerinden en ufak bir eser bile kalmamış Akdağ'da.
Köy içerisinde kısa bir yürüyüşten sonra, ailemle beraber gittiğimiz dayıoğullarının bahçesini bulmak zor olmuyor.
Bahçe
yerli yerinde ve bakımsız, ağaçlar yaşlanmış, bahçe kapısı ve köprü
vazifesi gören sal taşı bile yerinde, ağaca çivilenmiş üzerinde: "Bahçe
sahibinin müsaadesi olmadan oturulmaz" yazılı teneke levha paslanmış
olmasına rağmen yerinde duruyor, sanki de zaman bu bahçede işlememiş,
öylece donmuş kalmış gibi, şaşkınlıktan kendimi alamıyorum.
Uğradığımız kaplıcaların durumu yürekler acısı, sanki harpten çıkmış gibiler.
Oysa rahmetli (Çöplük Doktoru) Celal Usakalp bu çermiklere ne kadar emek vermişti.
Berbat konumdaki kaplıcalara şifa aramak için gelenler de yok değil.
"Su
akar Türk bakar" sözü sanki burası için söylenmiş, o güzelim sular,
şifa kaynakları boşa akıp gidiyor. Akdağ'ın girişinde sağ tarafta
bulunan mide ve bağırsak hastalıklarına iyi geldiği söylenen acı su da
(maden suyu) çok iptidai bir çeşmeden akıp gidiyor.
İsrail tohumlarının köye girmesiyle birlikte Akdağ'ın o mis gibi kokan ve lezzeti hiçbir yerde bulunmayan salatalığından eser kalmamış.
Şehre
yakınlığı başta olmak üzere; termal suları, salatalık ve karpuz gibi
yerli doğal ürünleri ile ciddi bir potansiyele sahip olan Akdağ'ın bu
değerlerinin farkında olmaması son derece vahim bir durumdur.
Termal
Turizm'in popüler olduğu günümüzde, Akdağ kaplıcaları modern şekilde
imar edilip halkın hizmetine sunulabilir, çeşitli hastalıklara iyi
geldiği bilinen acı su değerlendirilip, kaplıcaların etrafında güzel bir
mesire alanı oluşturulabilir.
Ayrıca geleneksel Karakucak
Güreşleri senenin belli gününde Akdağ'da tertiplenebilir, Uçurtma
Festivali ismi altında bir etkinlik yine geleneksel olarak yapılabilir.
Akdağ'ın yerli tohumlarının toplanıp çoğaltılması ve bunun üretilmesiyle
de Akdağ Salatalığı ve Karpuzu tekrar aranılan bir ürün durumuna
getirilebilir. Yakutiye ilçesinin bir köyü olan Akdağ'ın
potansiyellerini koruması ve değerlendirmesi ilçe kaymakamlığının
destekleriyle mümkün olabilir.
Yıllar önce Erzurum'a gelip
de Akdağ'a gitmeyenler için "Erzurum'u görmüş sayılmaz" tabiri
kullanılırdı, hazırlanacak projelerle Akdağ'ın cazibe merkezi haline
getirilmesi ve bu tabirlerin yeniden kullanılması hiç de uzak bir
ihtimal değildir.