Türk halk aşıklığı geleneğinin en büyük ustalarından olan hemşehrimiz Reyhani; Anadolu’nun garip köyünden mazlum kulların tercümanı olarak dünyaya gelmişti.
Orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına kadar uzanan halk ozanlığı zincirinin; Kaygusuz Abdal, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Sümmani, Hicrani, Aşık Veysel, Emrah gibi en sağlam halkalarından biriydi.
Kullandığı anlaşılabilir, saf, arı lisanı ile ülkenin sosyal sıkıntılarını, insanımızın dertlerini, arzularını, beklentilerini en güzel bir şekilde şiirlerine yansıtan ünlü bir ozandı.
Fakirliği, kimsesizliği, adaletsizliği, hak bilmezliği, insanın insana kulluğunu, ezilenleri, çaresizleri, siyaset tellallığını, sistemin çürük taraflarını kırık sazı ve sözü ile anlatan dadaşın isyan ruhu idi.
Ülkesi ve insanın dertleri ile o kadar dertlenmişti ki; kendisine dertli dediler.
Bir dertsiz diyara varmak özlemi ile yandı tutuştu; dertlilerin derdine derman olmak için söyledi durdu. Kısaca insanlık uğrunda haykıran bir sazdı.
Rant ve talan ekonomisinden haksız kazançlarla nemalanıp, semizlenenlere; “Yiyip içip, keyif çatıp yatan/Sanki sizin mi bu koskoca vatan?/Halil İbrahim’i ateşe atan/Yeryüzünün tanrıları merhaba” diyecek kadar serden geçti ve yürekli bir kişilikti.
Köprüsüz yolun yıkık taşları, asfaltsız yolun çamur yokuşları, odunsuz kömürsüz köylerin durumları, kefen yerine şeker çuvalına sarılan Allah’ın kulları ile gıdasız mideler, tatsız çörekler, yangın yürekler, susmuş mahsun diller, cennetsiz namazın kılındığı istismarsız bir din Reyhani’nin tercümanlığını yaptığı konulardı.
Dünya üzerinden yaralı sazı ile geçerken çok çileler çekti, itildi, hor görüldü, yoksulluk, fakirlik gördü zülfiyare dokunduğu için görmezlikten gelindi ama söylenmesi gereken ne varsa yiğitçe söyledi ve gitti. Çünkü o kambur bellerin tercümanıydı.
Siyasetin, makamın, paranın gücünü haksız yere kullananları ve onların peşinde koşanları mısralara dökerken; sanki Anadolu insanının yüreğine su serpiyordu.
Tüccarın sabır alıp şükür sattığı, mebus beylerin manalı dağın sırrını çözmek için uğraşmadıklarını, ovasında binaların imarsızlığını, dağın derdinin çok, her gününün çile olduğunu vurgularken; sosyo ekonomik yönden irtifa kaybetmiş Erzurum’un durumunu sağırlara işittirmeye çalışıyordu.
O mazlum kulların feryadı, temiz vicdanların sesiydi.
Yaşarken darılttılar, gücendirdiler, kırık sazına tahammül edemediler; öz canından çok sevdiği Erzurum’dan, çaresiz dişini sıkarak gitti.
Erzurum’a hiç küsmedi, kırılmadı, mezarının gurbette kalacağını söylemişti, öyle de oldu.
Büyük ustanın yaşarken yeteri kadar anlaşıldığını, yüreğimizi acıtsa bile söylemek zor.
Ölümünden sonra daha çok bilineceğinden ve anılacağından asla şüphemiz yoktur.
Adına kitaplar yazılacak, belgeseller çekilecek, gelecek nesiller onu çok daha iyi tanıyacaklardır.
Ölümünün dördüncü yılında Reyhani’yi rahmetle anarken; en büyük temennimiz, doğduğu yer olan Alvar köyünde Aşık Reyhani müzesinin açılması ve elinde sazı ile Reyhani’ye yakışır bir heykelinin şehrin görünür bir yerine yapılması ve şiirlerinin toplandığı bir kitabın kültürümüze kazandırılmasıdır.
Ayrıca; Atatürk Üniversitesi bünyesinde Reyhani araştırma merkezi adlı bir birimin kurulması tüm Erzurumluların beklentisidir.
Yine her yıl geleneksel olarak Reyhani ismini taşıyan “Aşıklar Şenliği”nin tertip edilmesi de ustaya karşı bir ahde vefa örneği olabilir.
Bu münasebetle “Mezarım gurbette kalır, soran olmaz Erzurum’da” mısralarındaki mesajı okumuş ve büyük usta mezarın gurbette kaldı ama; “SORAN OLDU ERZURUM’DA” diyerek; Reyhani’ye olan manevi borcumuzun bir kısmını ödeyebiliriz.
Makamın cennet olsun büyük ozan.
Sen! İlelebet mensubu bulunduğun Türk milletinin hafızalarında ve temiz yüreklerinde sonsuza dek yaşayacaksın. Nur içinde yat…
Birgün ben giderim fani dünyadan
Adım gönüllerde iz olur ana
Unutulur düşermiyim dillerden
Yanar kara bağrım köz olur ana..
Varlığım dağlara taşlara taydır
Mezarlıkta beni bulmak kolaydır
Başımda bir kırık saz olur ana..