Hukukun kurumsallaştığı bir ülkede
her türlü suça ve suçluya karşı toleranssız bir mücadele verilir. Hukuk
aynı zamanda demokrasinin de en muhkem teminatı olduğuna göre, bu
mücadelede demokrasiyi sekteye uğratacak tüm girişimler, kendisini hukuk
karşısında sanık sandalyesinde bulur.
Pek çok eksiğine ve kimi zaman
maşeri vicdanı sızlatan uygulamalara rağmen, Türkiye artık
kurumsallaşan bir hukuk düzenine ve kendisini daha güvende hisseden bir
demokrasiye geçti.
Çeşitli darbe girişimlerinin şifrelerini çözerek,
girişimcileri yargı karşısına çıkaran günümüz Türkiye’si bununla
yetinmeyip, geçmişle de hesaplaşıyor.
İşte 12 Eylül 1980 askeri
darbesi hakkında açılan dava ile 28 Şubat Postmodern darbesine dönük
başlatılan soruşturma bu kapsamda son derece önemlidir.
Önemlidir;
çünkü Türkiye bu sayede sadece müesses nizamı cebren ortadan kaldıran
veya kaldırmak isteyenlerin hesap vermesini sağlamıyor; aynı zamanda
yarınların Türkiye’sini sarsılmaz bir zemin üzerine bina ediyor.
Olmasa
elbette ki çok daha iyi olur. Lakin neylersiniz ki bu tarihsel
hesaplaşma sırasında, kurunun yanında yaş da yanabiliyor. Bu itirazımızı
saklı tutmak kaydıyla, büyük resme baktığımızda Türkiye bu çetin
yolculukta, bir yandan ayaklarına vurulan prangalardan kurtuluyor, diğer
yandan da silahlı-silahsız her egemen çevrenin hukuk önünde “hiza”ya
girmesine tanık oluyor.
12 Eylül’ün Türkiye’ye kestiği fatura
kuşkusuz ki tarifsiz bir ağırlıkta olmuştur… Ama unutmayalım ki,
üzerinden 15 yıl geçmiş olan 28 Şubat’ın toplum ve devlet hayatındaki
tahribatı da asla yadsınacak çapta değildir. Bu sebeple, her ikisinin
müsebbiplerinden hesap sorulmalıdır. Özellikle de hala yaktığı ateşten
dumanlar tüten 28 Şubat Süreci’nden…
Binlerce meslektaşım gibi ben
de, 28 Şubat Süreci’ni yaşamış ve o sürecin işleyişine tanık olmuş bir
gazeteciyim. Kaç kişi farkındaydı bilmiyorum ama gerçek şuydu ki, 28
Şubat Süreci’nin keskin nişancıların öncelikle hedef aldıkları
şehirlerin başında Erzurum gelmekteydi. Bu yüzdendir ki o süreci
Erzurum’da gazeteci olarak yaşayanların tanıklıkları çok daha
anlamlıdır.
Palandöken’in anlına onlarca kilometre uzaktan bile
görülecek şekilde, “Ya yolunda gideceğiz, ya uğrunda öleceğiz”
yazanlardan tutunuz da, Köprüköy’de başörtülü ebenin işine hukuksuz
biçimde son verilmesine kadar onlarca gayri meşru uygulamayı gördük ve
gördüklerimiz karşısında, bugün rol icabı bağırıp çağıranların aksine
itiraz ettik ve bu itirazlarımızın bedeli olarak da DGM’de yargılandık.
Keşke o dönemin Valisi Ahmet Kayhan, Atatürk Üniversitesi rektörü
Prof.Dr. Erol Oral ve birlikte yargılandığımız Çetin Baydar anlatsa da,
kimi pespaye adamlar neyin ne olduğunu iyice öğrenseler…
Veyahut
bugün yegane “belirleyici” olarak görülen ama o gün kafası koparılması
gereken bir kişi olan Fethullah Gülen’i iki tam sayfa yazan ve
Palandöken’de çıkan bu yazısından ötürü, kendi meslektaşları tarafından
adice ihbar edilen M.Talat Uzunyaylalı bir konuşsa da, o kimi
dangalaklar bu şehirde nelerin yaşandığını bi öğrense…
Erzurum hedef bir şehirdi.
28
Şubat’ın lausel mimarlarına göre Erzurum, adam akıllı örselenmeli ve
cemaatçi yapıyla birlikte aşırı Türk milliyetçisi yapı sigaya
çekilmeliydi.
İstiklal Mahkemeleri’nde olduğu gibi belki
Tebrizkapı’ya darağacı kurulup, birileri ipe çekilmedi ama öyle
psikolojik bir harp yapıldı ki, süreci hukuka uygun bulmayan her ruhta
tsunamiler oluşturuldu.
Çünkü o tanzim edicilerin Erzurum’a dair çıkardığı şablonda, burasının solcusu dahi mürteciydi!
En
basit şekliyle ifade edecek olursak, o süreçte gazete manşetleri
Atatürk Üniversitesini ve rektörünü şöyle kategorize ediyordu:
“Atatürk Üniversitesi aslında bir şeriat medresesidir, rektörü de tam anlamıyla müderristir”
Erzurum’u umumi olarak tarif eden teşhis ise şuydu:
“Erzurum, Türkiye’nin Kum kentidir”
Yani İran’da molla ve medreseleriyle ünlü Kum şehrinin Türkiye’deki muadili!
Biz neler görmedik ki…
Postal
yalayıcılarını mı sorarsınız, sırf paşadan “aferin” alırım ümidiyle
elinde rakı kadehleriyle resepsiyonlarda dolaşan şarlatanları mı, neler
neler…
Erzurum mengeneye sıkıştırılmış bir baş gibiydi…
Bırakın mütedeyyin olmayı, Lalapaşa’nın önünden geçenler dahi “irticacı” damgası yiyordu.
Cumhuriyet’i kuran şehir, cumhuriyeti yıkmakla suçlanıyordu ki, bu rezil ithamı kabullenmek imkansızdı…
Köprülerin altından çok sular aktı gitti.
Bugün o sürecin zerre miskalini bile yaşamamış olan kimi dümbelekler ahkam kesip duruyor.
Dedik
ya, keşke Ahmet Kayhan çıkıp konuşsa ve askerden gelen dayatmalara
nasıl direndiğini anlatsa… Ama biliyoruz ki tenezzül etmez.
Keza Erol Oral…
O anlatmaz da biz söyleyelim.
28
Şubat Süreci’nin valisi Ahmet Kayhan, sırf başı örtülü eşimle beni
resepsiyonlara davet ettiği için, hem tekdir edilmiş hem de “mürteci
vali” damgası yemiştir. Ama bir güne bir gün bu ağır bedeli bize
hissettirmedi.
Uzağa gitmeye lüzum yok. İşte Kızılay Başkanı Mithat Turgutcan…
Orada ve çok şükür ki hayatta…
Mithat başkan demokrat kimliğinin zekatını verse, bugün etrafta ahkam kesip dolaşan sahte demokratlara geçim kapısı olur.
O’nu da zorluyorlardı. Misal; bir dönemin hakkında esip savursun diye…
Ama asla yapmadı ve bilakis aşırı iltifat ve ilgiye rağmen haki renkli egemenlere mesafeli durdu.
Oysa Mithat Bey, sosyal demokrat kimliğiyle temayüz etmiş bir kişiydi. Ama dönek veya gammazcı değildi.
Fikren
zıt düştüğü insanlardan intikam alınmak istendiğini görünce, ne
pahasına olursa olsun duruşunu bozmadı. Bugün bazıları anlamakta güçlük
çekecektir ama o günlerde demokrasinin yanında aslanlar gibi duran kişilerden biri de Fevzi Budak’tı…
“Falan öğretmeni al, filan müdürü at” dediklerinde, O kimsenin yara bere almaması için uğraştı durdu.
Bunu acaba kaç kişi biliyor ki…
Neyse…
Farkındayım bugün de yine bize ayrılan sınırları aştık.
Nasılsa
bu mesele öyle akşamdan sabaha bitecek gibi değil. Allah ömür verirse
biz de görüp bildiklerimizi yazacağız ki, bu şehirde kimi dandikten
adamlar kolayca esip savuramasın.
Çünkü bizim bildiklerimiz ve yaşadıklarımız belgelidir, şahitlidir. Onların savurduğu gibi yalan ve fanteziden ibaret değildir.
Ez
cümle: Türkiye sancılı da olsa darbe ve darbecilerle hesaplaşmalıdır
ki, bundan böyle kimse bu ülkede kafasına göre takılma lüksüne sahip
olmasın.