1968 yılında Erzurumspor’un kurulması ve 1969’da 23 Temmuz Erzurum Doğu Fuarı’nın açılması, şehirdeki sosyal hayatı hissedilir şekilde etkilemişti.
1980’den sonra hızla köyleşen Erzurum’da, sosyal hayat yavaş yavaş formatını değiştirirken, şehrin sosyal yönünü ifade eden mekânlar da birer birer şehrin hayatından çıktılar.
23 Temmuz Erzurum Doğu Fuarı, kuruluşundan kapanışına kadar, açık kaldığı yıllarda şehrin en rağbet edilen sosyal mekânların başında geliyordu.
Büyük ümitler ve özverilerle açılan 23 Temmuz Erzurum Fuarı, şehrin irtifa kaybetmesiyle birlikte kaybolan Erzurum Konakları, ahşap tramplen gibi, ne yazık ki yok olup gitti.
Oysa ilk açılışını dün gibi hatırladığımız ve İzmir Enternasyonal Fuarı’nın doğu versiyonu olarak gördüğümüz 23 Temmuz Erzurum Doğu fuarı, o günlerde şehre apayrı bir güzellik ve heyecan katmıştı.
Aradan çok uzun yıllar geçmişti, fuarla ilgili tüm detaylar hafızalarımızdan çıkmıştı ki Avukat Hilmi Kuzu’nun tozlu raflar arasında bulup şahsımıza hediye ettiği, fuarın açılışında çekilmiş, içerisinde Erzurum protokolünün ve rahmetli babamın da bulunduğu siyah beyaz bir fotoğraf, geçmişle olan hatıralarımızı tazeledi.
Fuarın ilk açılışı çok görkemli olmuştu, o güzel anıya 14–15 yaşlarında bizde tanık olmuştuk.
Akşam oldu mu Cumhuriyet Caddesi’nden kalkan minibüsler, faytonlar “Fuara, fuara” diye bağırarak yolcularını toplar, belediye otobüslerinde ise yer bulmak neredeyse imkânsız olurdu.
Tabir yerindeyse; kadını, erkeği, yaşlısı, genci, çocuğu ile tüm Erzurum, bir ay müddetle sanki de fuara taşınırdı.
Oldukça geniş bir alana sahip olan fuarın, etrafını dolaşan, küçük bir lokomotifin çektiği, etrafı açık vagonlardan oluşmuş şirin bir tren vardı.
Büyüklerin çocuklarıyla bindiği bu trende, çocuklar hayatlarının en zevkli dakikalarını, erişkinlerde çocukluklarını yaşarlardı.
Erzurum Garı’nın minyatürü olan istasyondan kalkan bu küçük tren, 15–20 dakikalık bir gezi yapar, ara sıra öttürdüğü düdüğü ile yolcularında hayranlık uyandırırdı.
Tren hattının üzerinde köprü ile hemzemin geçit bile bulunur, tren küçük tepelerin arasından geçer, sanki de Doğu Ekspresi’nin İstanbul seferini taklit ederdi.
Liberal ekonomiye geçmemiştik, özelleştirmeler henüz yapılmamıştı, bundan dolayı; fuardaki pavyonların çoğunluğunu resmi kuruluşlar oluştururdu.
Zirai Donatım Kurumu; ziraatla ilgili araç ve gereçleri sergiler, Yem Fabrikası; kendi ürettiği çeşit çeşit yemleri, Sümerbank; üretmiş olduğu kumaştan, ayakkabıya her türlü giyim ve kuşam çeşitlerini, Paşabahçe; birbirinden güzel cam ürünlerini reyonlarında teşhir ederdiler.
Karayolları, Köy Hizmetleri ve Devlet Su İşleri’nin pavyonları oldukça göz alıcıydı.
PTT stantlarındaki hatıra pulları ise heveslilerinin merakını çekerdi.
Şeker Fabrikası’nın fuara özgün çıkardığı çeşit çeşit şekerler göz kamaştırır, Tekel İdaresi’nin 23 Temmuz Doğu Fuarı sigarası, kibriti ve çayı kapış kapış satılırdı.
Makine Kimya Endüstri Kurumu ile Atatürk Üniversitesi’nin kurmuş olduğu pavyonlar en fazla ziyaret edilenlerdi.
Özellikle; Halıcılık Enstitüsü’nün el emeği göz nuru ile ürettiği tezgâhlardaki halılar, Ziraat Fakültesi’ne ait yabancı ırk büyük ve küçükbaş hayvanların bulunduğu bölüm, alâkanın çok olduğu mekânlardı.
Fuarın giriş kapısından aşağı doğru uzanan yolun ortasında, kademeli uzunca bir havuz vardı, akşamları çeşitli renklerle aydınlatılan bu havuzundan akan sular, fuara ayrı bir sükse verirdi.
Fuar alanının kuzey doğusunda yer alan ve oldukça geniş bir alanı kaplayan havuzda sandallar bulunurdu.
Küçük bir iskeleden bilet alınarak binilen sandallarda, deniz özlemi çekenler hasretlerini giderir, aheste çektikleri küreklerle yaz akşamlarının keyfini çıkarırlardı.
Fuarın ortasında, havuzu olan bir gazino bulunurdu, etrafı kapalı olan ve yerel sanatçılarında sahne aldığı bu yere, daha ziyade delikanlılar ve keyifçiler takılırlardı.
Söylediği türküye kendini kaptıran bir sanatçı ağabeyimizin, ayağı takılıp gazinonun havuzuna düştüğünü ve hiç bir şey olmamış gibi davranarak havuzun içinde programını “Yeşil kurbağalar öter göllerde” türküsüyle devam ettirdiğini, o günlerde bilmeyen yok gibidir.
Fuarın, çocuklar ve gençler için vazgeçilmez alanı, şüphesiz Luna Park’tı.
Askerlik anılarını anlata anlata bitiremeyenlerin ve bıyıkları yeni terlemiş delikanlıların en fazla uğradıkları yer, tüfek atış poligonuydu.
Küçük demir parçası atan tüfeklerle, demirden bir yuvarlak hedef vurulmaya çalışılır, hedef isabet etti mi yuvarlağa irtibatlı başka bir demir parça aşağı düşerek barutu ateşler ve bir patlama sesi çıkardı. Halkacıların olduğu bölüm ise romanlara konu olabilecek olayların yaşandığı, oldukça ilginç ve hareketli bir yerdi.
Genelde; cilveli bir çingene kızı halkaları dağıtır müşteriyi toplardı, ağzında sakızı eksik olmayan bu dilberin elinden halka almak isteyen gariban gençler ise kendilerini şanslı zannederlerdi. Belli aralıklarla dizilmiş olan o günün revaçtaki sigaralarına; (Yeni Harman, Yenice, Gelincik, Sipahi, Yaka) halka atılır, sigaralardan biri atılan halkanın içinde kalırsa, o sigara müşterinin olurdu. Bu çingene kızına, dünya görmemiş bazı saf ve temiz gençlerin âşık oldukları söylenir, hatta içlerinde karasevdaya düşenlerin hikâyeleri bile anlatılırdı.
Bu hikâyelerden birisini de rahmetli Feyyaz İbrahimhakkıoğlu Ağabey’imizden dinlemiştik.
Yine bizim delikanlılardan biri böyle bir halkacı kıza gönlünü kaptırmış, yemeden içmeden kesilmiş, bir deri bir kemik kalmış, kısaca mecnuna dönmüş.
Babası oğlunun bu durumdan oldukça müteessir olmuş, başlamış çare aramaya, çocuğuna sihir yapıldığını düşünerek, bu işi ünlü bir hoca ile halledebileceği fikri kafasında yer etmiş. Oğlunu zar zor ikna eden dertli baba, genç âşıkla birlikte meşhur hocada soluğu alırlar. Hoca; çocuğu bir güzel konuşturmuş, sorunu anlamış, başlamış nasihat vermeye, gerçek aşkın ilâhi aşk olduğundan, beşeri aşkların ise beyhude heveslerden başka bir şey olmadığından bahsedip, kendisini de bu ilâhi yolda, aşk ateşinde yanan bir maşuk olarak tanımlamayı da ihmal etmemiş.
Ense, kulağı yerinde, göbeği dışarı sarkmış Hoca’yı süzen delikanlı, babasına dönerek: “Haydi kalk gidelim baba, ben bir çingene kızına âşık oldum bu hale düştüm, eğer bu adam ilâhi aşktan nasibini almış olsaydı, ne bu ense, nede bu göbek kendisinde olurdu, mum gibi eriyip giderdi” diye söylenmiş.
DEVAM EDECEK…