12 Eylül 1980, tankların, caddelerden geçtiği, siyah beyaz devlet televizyonunda ordunun ülkede düzen ve istikrarı sağlamak ve kardeş kavgalarının önüne geçmek için yönetime el koyduğunun anons edildiği, tertiplenen oyunun son sahnesinin oynandığı ve perdenin alkışlar arasında kapandığı zamandı.
Sahne Türkiye, seyirciler Türk halkı, oyuncular genelde öğrenciler, işçiler, emekçiler ve siyasilerdi.
O gün sahnenin lambaları söndürülmüş, perde kapanmış, aktörler sahneden indirilmiş, seyirciler evlerine gönderilmişti. Oyundan geri kalan ise acı, gözyaşı ve istikbâli karartılmış, umutları yok edilmiş gençlikti.
Ülkenin yetmiş sente muhtaç edildiği dönemlerdi. Sürgünlerin, boykotların, grevlerin, siyasi cinayetlerin, jurnallerin, öğrenci ve işçi hareketlerinin kontrolden çıktığı, kısaca ülkenin üzerinde kara bulutların gezindiği talihsiz günlerdi.
Bu ateşi kimler çıkarmıştı da neden sonra yanan ateşi söndürmeye karar vermişlerdi?
Ülkeyi yetmiş sente muhtaç edenlerin, zamanında yanan ateşe su serpmeyenlerin, tedbir almayanların, suçları yok muydu? Vicdanları rahat mıydı? Suçlular, sadece verilen rolleri iyi oynamaya çalışan aktörler miydi?
Maksat ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek miydi?
1980 öncesinin alnı öpülesi gençliğine faturaların yekûnu kesilmişti. Bedelini ise aileleri ödediler. Kimisi canlarından çok sevdiği ülke toprağına düştü, kimileri darağacında ipe çekildi, kimileri zindanlarda gençliklerini geçirdi, kimileri de sakat kaldı. Oysa onlar, kaos içindeki ülkelerinin aydınlık geleceği için çareler arıyorlardı.
Bir grup, yayılmacı politikaları ile dünyayı kasıp kavuran SSCB'nin ülkelerini tehdit eden politikalarına karşı mücadele ediyor, diğer bir grup da başka bir emperyalist güç olan Amerika'nın bağımsızlığımızı elimizden alma senaryolarına karşı direnç gösteriyordu. Kısaca ülke sevdalısı bu gençlerin eline sağ ve sol reçeteler tutuşturulmuş her iki kesimde kendi reçetelerinin hastaya şifa vereceğinin kesin inançlarını taşıyorlardı.
"Kahrolsun Amerika" ve "Komünistler Moskova'ya" sloganları ile "Bağımsız Türkiye" ve "Milliyetçi Türkiye" söylemleri durumu özetleyen simgelerdi.
Onlar, gencecik omuzlarına toplumsal sorumluluk yükünü alan, Anadolu'nun fakir aile çocuklarıydı. Ceplerinde çoğu zaman simit paraları bile yoktu. Aşkı ve sevdayı hiç tatmadılar. Parayı hiç tanımadılar.
Birbirlerini tanıyacak, anlayacak, fırsatı ve ortamı bulamadılar. Okudular, düşündüler, tartıştılar kendi dünyalarında çözümler aradılar, filmlere, romanlara, kitaplara konu oldular.
O günlerde İstanbul' a gelen 6. Amerikan Filosu 'nu protesto etmek için eylem yapanlara karşı ,cihat çağrısında bulunup, kardeşi kardeşe kırdıranların hangi İslam düşüncesini referans aldıklarını sormadılar.
Onlara düşünecek fırsat verilmemişti. zindanlarda kader birliği ettiklerinde bir birlerini anlamaya başladılar.
İlerleyen yıllarda ,vatan haini diye bildikleri Nazım Hikmet'in bir şiirinin en yetkin ağız tarafından okunacağını nereden bilebilirlerdi.
Balistik incelemesi yapılan bir silahın sabah bir görüşten, akşam diğer bir görüşten gence kıydığını yıllar sonra gördüler.
Zindanları, Medreseyi Yusufiye ve fikir mekteplerine çevirdiler.
Banka soymadılar, devleti ve milleti aziz bildiler, yetim hakkı yemediler, rüşvet almadılar. Darağacına gönderilen bir avuç genç fidanın dünyanın en kuvvetli ordusuna sahip bir ülkenin düzenini değiştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini herkes biliyordu.
Perde kapandıktan sonra uzun süre düşünme fırsatı buldular. Yol ayrımlarına girdiler, kırıldılar, eğilmediler. Suçlu onlar değillerdi ama bedel onlara ödetilmişti.
Sovyet Rusya dağılmış, Amerikan emperyalist gücü yanı başımıza kadar gelmiş, sınır komşumuz olmuştu.
Turan hayali gerçekleşmişti ama arzu edilen heyecan yakalanamamıştı.
Toplumsal sorumlulukları zirvede olan cesur yürekli ve inançlı gençlik, devlet kademelerinde, siyasette ve ticarette olsalardı ülke için çok büyük bir kazancın sağlanacağı muhakkaktı.
O nesilden faydalanmayan zihniyeti sorgulayan hiç olmadı.
Ölmek, hapislerde yatmak yerine, ülke için yaşasalardı olmaz mıydı?
Onlar Anadolu'nun garip köylerinden mazlum kulların tercümanları olarak yola çıkmışlardı. Kubbede hoş sadalar bıraktılar. Gücenmediler; nerede hata yaptık, diye sordular. Ülkeleri için, sorumluluk hissettikleri için pişman olmadılar. Nazım HİKMET gibi, Necip FAZIL gibi usta kalemlerin çıraklarıydılar. Bayburtlu Zihni gibi ağladılar, Hoca Nasrettin gibi güldüler.
Şu günlerde," Eski çamlar, şimdi Noel Ağacı/ Dallarda eğreti yaprak utansın" diyorlar mı, bilmiyorum. Onların kaybolan yıllarını kimler geri getirecek, onu da bilmiyorum.
O yılların şok dalgasından etkilenen gençlerin yaşadıkları onlarda nasıl bir ruh hali oluşturmuştu? Kimseyi ilgilendirmedi. Sosyal bir travma geçirmiş toplumun rehabilitasyona ihtiyacı yok muydu? Bu görev modern ve çağdaş medeniyet seviyesini hedefleyen bir sosyal devletin yapması gerekli işler değil miydi?
Aradan yıllar geçti. Şimdi bu konu hakkında gazetelerde ve TV ekranlarında yorum yapanların çoğu o günleri yaşamadı, görmedi.
Yazılan ve anlatılanlardan yola çıkarak yorumlarda bulunup ,tek suçlunun asker olduğunda ittifak ediyorlar.
Çok az bir kesim, kendi tarafının eksikliğini, hatasını, yanlışını söyleme erdemliliğini gösteriyor.
Halbuki o günlerde yaşananların tüm gerçekliği ile ortaya dökülmesi ve gelecek nesillere aktarılması toplumsal bir sorumluluk gereğidir.
Ülke yanarken, yangın yerine benzin döken siyasilerin hiç mi suçu yoktu?
Çorum, Sivas ve Maraş'ta kardeş kardeşi kırarken, mecliste kadayıfın altının kızarıp kızarmadığı muhabbetini yapanların hiç mi sorumlulukları yoktu.
Her gün onlarca gencin öldürüldüğü, şehirlerin kurtarılmış bölgeler haline getirildiği ,polisin ikiye bölündüğü, üniversite hocalarının dahi çatışmaya girdiği ortamı seyredip, tedbir almayan, görevlerini yapmayan devlet görevlileri hiç mi sorumlu değillerdi?
Yazdıkları yazılarla gençlerin heyecanlarını istismar eden, onları ateşleyen ve bu yazıların karşılığında yeşil USD Dolarlarını ceplerine atan anlı şanlı yazarların akan kanlarda hiç mi günahları yoktu?
Yüzbinlerce işçiyi miting meydanlarında toplayıp, devlete kafa tutan sendika ağalarının bu tertiplerde rolü yok muydu.
Rüşvet karşılığı bir başka partiye transfer olan siyasi ahlaksızlar bu ortamın hazırlanmasında pay sahibi değiller miydi.
Kurtarılmış bölgeler, halk mahkemeleri, bu ülkenin yetkilileri tarafından bilinmiyor muydu?
Başsız kalan ülkede cumhurbaşkanı seçemeyen ve seçim turlarında Ajda Pekkan'a oy atacak kadar devleti hafife alanlar günahsız mıydı?
En ufak bir provokasyonla sokaklara dökülen ve siyasilerin güdümüyle yönlendirilen toplum, çok mu masumdu. 1982 referandumunda %91.37 evet oyunu bu toplum kullanmamış mıydı?
Darbeden sonra yapılan işkenceler, insanlık dışı uygulamalar yüz kızartıcıydı ama darbe öncesi karşıt görüşlü gençleri işkence odalarından geçirip, falakaya yatırıp, okumalarına engel olan ideoloji ağababaları da ak sütten çıkmış değillerdi.
12.Eylül demokrasiye vurulmuş bir darbeydi ama bunun külfetini, kahrını çekenler gibi o günleri nimete çeviren ,istismar edenler de olmadı değil.
Bir lokma bir hırka ile yola çıkanlarla, sermaye karşıtı olanların büyük servetlere konmaları ,geçmişi sermaye yapıp, onu allayıp pullayıp satarak, siyaset ve ticarette köşe kapanların halleri gözden kaçmadı.
Her iki tarafın samimileri, iyi niyetlileri gönüllerden asla silinmedi.
Kimi, Deniz Gezmiş gibi yiğitçe dar ağacında can verdi, kimi Muhsin Yazıcıoğlu gibi alçak bir suikastta kurban gitti.
Hayatta kalanlar zamanla yaralarını sardılar. Kimisi dünyaya veda etti ,kimisi onurluca aramızda geziyor.
Onlara yıllarını kaybettirenler, vicdani bir muhasebe yaptılar mı ? vicdan yaraları kapanır mı bilinmez.