Rivayet edilir ki; geçmiş dönemlerde, yaklaşan Ramazan ayı münasebetiyle imamı bulunmayan bir köy, etrafa haber ederek imam aradıklarını duyurur.
İşi gücü olmayan, dinden az da olsa malûmatı olan birisi de Ramazan ayında üç beş kuruş kazanmak düşüncesiyle kendini imam olarak tanıtır, köylülere müracaat eder.
Aksilik o ya aynı köye dini bilgileri yerinde olan gerçek bir imamda başvurur, her iki aday arasında tercih yapmak için köylüler, bunları imtihana tutmaya karar verirler.
Adaylar köy odasında yerlerini alırlar, ne soracaklarını bilmeyen jüri, aralarında biraz konuştuktan sonra adaylara arapça “Kabak” yazmalarını söylerler.
Arapçası yerinde olan imam hemen Arap harfleriyle yazıyı yazar, Arapça bilmeyen de kâğıda bir güzel kabak resmi çizer.
Kâğıtları inceleyenler, Arapça yazıdan bir mana çıkaramazlar, ama kabak çizili resme bakarak “Adam ne güzel kabak yazmış, nasılda kolay anlaşılıyor” diyerek, kabak resmini çizeni imam olarak atamaya karar verirler.
Yapılan araştırmalar, Türk insanının ortalama eğitim düzeyinin ilkokul üçüncü sınıf seviyesinde olduğunu göstermektedir.
Yine istatistiklere göre nüfusumuzun % 41’i hiç kitap almamış.
Gazete okuma alışkanlığımız % 39 olsa da TV izleme oranımız % 94 civarındaymış.
Ortalama üç yüz kelime ile konuşan insanımızın % 86’sı cep telefonu kullanıyormuş.
Her yüz kişiden sadece 4,5 kişinin kitap okuduğu ülkemiz, kitap okuma oranında 173 ülke arasında 86. sırada yer alıyor.
Japonya’da yılda dört milyar iki yüz milyon kitap basılırken, Türkiye’de sadece yirmi üç milyon kitap basılıyor.
Yine Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda yirmi beş, Fransa’da yedi, Türkiye’de ise yılda 12.089 kişiye bir kitap düşüyor.
Bu tür istatistikî bilgiler moral bozucu olsa da son yıllarda ayakkabı numaralarımızın eskiye oranla birkaç numara birden artması, en azından bir gelişme olarak değerlendirilebilir, yüreklere su serpebilir.
İnsanımız; bu özelliğinden olsa gerek: “Elime yetki verseler, bu memleketi bir haftada düzeltirim” diyebilme güveninden, her konu hakkında bilgi sahibi olma izlenimi vermekten, dini konularda ise bir başkasını Müslüman edebilecek bilgiye ve irfana sahip olduğu vehminden asla vazgeçemez.
İlahi kitapları Kur’an-ı Kerim kendilerine; “Aklını kullanmayan kavimler üzerine pislik yağdırılacağı” hatırlatmasını yapmış olsa da başkalarının kendi adlarına düşünüp karar vermelerini daha akıllıca bulurlar.
Bağımsız düşünüp, özgür iradeleriyle karar verme yerine, beyinlerini ipotek edip, kişilik haklarını başkalarına devrederek sorumluluktan kurtulur, mutlu olurlar.
Fikir yönünden beslendikleri kaynakların yılmaz savunucuları olarak, bu uğurda başkasına zarar verme, kendisini riske atma gibi durumlardan çekinmezler.
Kendilerini; tuttukları takımın, siyasi partinin, benimsedikleri dünya görüşlerinin tavizsiz fedaileri olarak gördüklerinden, ülkede kamplaşma ve kutuplaşma asla eksik olmaz.
Birey olma yeteneğinden mahrum olma özelliğini yansıtan bu davranış biçimi, bir kitlenin içerisinde kimlik bulma psikolojisiyle yakından ilgilidir.
Bu durumun tetiklediği hizipleşmeler neticesinde, ülke bir anda kutuplara ayrılabilmekte ve gergin günler yaşamaktadır.
Geçmişteki Sağ – Sol, Lâik – Anti lâik, Alevi – Sünni gibi ayrışmalar ve düşüncelerdeki farklılaşmalar, ülkemizde eksik olmayan ve bugün de devam eden görüntülerdir.
Bu umumi manzara ışığında ülke referanduma gidiyor, Türk halkı; 1982 yılında % 92 gibi kahır ekseriyetle kabul ettiği anayasanın 26 maddesinin değiştirilip değiştirilmemesi konusunda fikrini beyan edecek.
Sandık ortaya gelmeden, evetçiler ve hayırcılar gibi iki kutba ayrılmış durumdayız.
İş öyle bir noktaya doğru sürükleniyor ki artık kahvehane köşelerinde olay; iman ile küfrün, hak ile batılın mücadelesi veya vatanseverlik ile vatan hainliği şeklinde tırmandırılıyor.
Diyanet İşleri Başkanı “Dini siyasete karıştırmayalım” diye açıklama yapmak zorunda kalıyor, ülkücü harekât bile, eski ve yeni ülkücüler olmak üzere tasnife zorlanıyor.
Siyasi liderlerin boy – pos, soy – sop, cins – cibilliyet gibi kavramlarla birbirlerini suçlamaları, tabandaki kaymalara sebep olurken, biz ve ötekiler ayrışmasını da tetiklemektedir.
Al bayrağa sarılı tabut ile musalla taşına konan Şehit Jandarma Onbaşı’sının cenaze töreni Adana’da milli öfkeyi ayağa kaldırırken, Mehmetçikle girdiği çatışmada ölen teröristin sarı, yeşil, kırmızı renklere sarılı tabuta konmuş cenazesinin Van’daki defini sırasında yaşanan devlete isyan görüntüleri, Evet – Hayır kargaşası içerisinde kaybolup gidiyor.
Kavramlar değişiyor, alışkanlıklar terk ediliyor, fikren bir araya gelme şansı olmayanlar, ortak çıkarlar konusunda bir araya gelip fotoğraf verebiliyorlar.
Uzun yıllardan beri sağ siyasetin seçim malzemesi olan türbana CHP’nin sahip çıkması,
Solun değişmez kavramları olan demokrasi ve özgürlük kelimelerine siyasal İslamcıların sarılması,
Kavga ve dövüşle işleri olmayan akıncıların mübarek Ramazan ayında iftar yemeği basmaları,
KPSS ve YGS sınav sorularının çalınması,
Ülkeyi 26 eyalete bölme çabaları.
Demokratik özerklik talepleri,
Seyit Rıza’nın heykeli başında ikinci bir bayrağın hasretini çekenler,
Mezardaki babalarının maaşını almak için yalnızca Zonguldak’ta 3000 çiftin hileli boşanmaları,
Tarla parası almak uğruna bulundukları ilçenin yüzölçümünden fazla beyanda bulunanlar,
Sandıktan ne çıkacağını şu an bilmiyoruz, amma Orhan Pamuk’un “Evet”, Ataol Behramoğlu’nun “Hayır”, 13 Eylül günü fazlaca bir şeyin değişeceğine inanmayan Alev Alatlı’nın ise ne Evet nede Hayır demeyeceğini ekranlardan duyuyoruz.
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif anı seyreyler;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler...
Not; Okuyucularımın Ramazan Bayramı’nı tebrik ediyor, sağlık ve esenlikler diliyorum.