12 Eylül 1980 günü, nasıl olduysa gayr-ı ihtiyârî sabaha karşı baş ucumdaki radyoyu açtığımda, ordunun yönetime el koyduğu haberleriyle uyandım. Türk ordusunun yönetime el koymasından, endişe ve tedirginlik duymakla birlikte, her hangi bir şaşkınlık yaşamamıştım. Çünkü ülkemizde var olan ve giderek içinden çıkılamaz hale gelen siyasî gelişmeler ve yaşanılan kargaşa karşısında,toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi, bizlerde de, bu kaotik gidişâta, her an son verebilecek bir beklenti mevcuttu. Benim de Milli Eğitim Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığım bir süreçte, eylemsel bazda olmazsa da,fikirsel olarak içinde yer aldığım ve taraf olduğum ve tüm ülke sathında olduğu gibi, Erzurum'da da ideolojik bir kavga yürütülüyordu.
Ülke genelinde şehirler bölünmüş, mahalle ve sokaklar ayrılmış, Cumhurbaşkanı seçim turları devam ediyor, cumhurbaşkanı seçilemiyor, meclisin itibarına gölge düşürülecek şekilde,hattâ Ajda Pekkan adına bile oylar kullanılıyordu. Ülkede, sıkıyönetim ilân edilmiş, ama anarşi bir türlü durdurulamıyor, her gün,toprağa düşen ülkücü ve karşıt sol örgütlere mensup gençlerin ölümlerine engel olunamıyordu. Evlâtlarının ölümü korkusu, korkunç bir kâbus ve karabulut misâli tüm aileleri sarstığı ve sarmaladığı bir ülke haline gelmiştik.
Kimilerine göre ve haklı olarak, ülkede sıkıyönetim olduğu halde,anarşinin durudurulmamış olmasının sebebi, Kenan Evren ve arkadaşlarının olayların artışına bilerek göz yumdukları ve böylece, müdâhale zeminine ilişkin şartlarının olgunlaşarak beklenilmesine bağlanıyordu. Halbuki Sayın Süleyman Demirel ve rahmetli Ecevit'in siyasî ittifaklarıyla, siyasî ve yasal bir çok sorunun ve yaşanılan anarşinin giderilmesine yönelik kalıcı çözümlerin sağlanması mümkün olabilirdi. Cumhurbaşkanı seçiminde uzlaşma sağlanarak, müdâhalenin en önemli gerekçelerinden biri olarak gösterilen cumhurbaşkanı seçimi gerçekleştirilebilir ve askerî müdahâlenin önü kesilebilirdi. Nitekim, 1973 yılında benzerlik gösteren Cumhurbaşkanı seçiminde, çok daha ciddi tehdit ve olumsuz şartlara rağmen, cumhurbaşkanı olmak isteyen, Genel Kurmay Başkanı Faruk Gürler'in isteğine, Sayın Demirel ve rahmetli Ecevit'in sağladıkları birliktelik ile geçit verilmemişti.
12 Mart 1971 Muhtırası ile, ordu Mart 1973'te yapılması gereken Cumhurbaşkanlığı seçimiyleÇankaya Köşkü'ne hâkim olmak istiyordu. Bu iş için Genel Kurmay Başkanı Faruk Gürler uygun görülmüştü. Meclis, "ya asker, ya da askerî darbe" seçeneğiyle karşı karşıyaydı. Oylamaya bu hava içinde geçilmişti. Meclisteki oylamayı, Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar ve 52 general izlemişti. Sayın Demirel ve Ecevit, yapılan her türlü tehdit ve şantajlara pirim vermeden, aldırış etmeden ve büyük bir dirâyetle, aralarında anlaşmaları sonucu, 6 Nisan 1973'te, oldukça riskli, ama demokratik bir tavır sergileyerek Faruk Gürler'e geçit verilmemiş ve nihâyet meclis irâdesiyle, Fahri Korutürk Türkiye'nin 6. Cumhurbaşkanı seçilmişti.
İki sayın lider tarafından sağlanan ve alkışlanacak cesur demokratik birliktelik, ne yazık ki, 12 Eylül 1980 yılında, adım adım darbeye giden süreçte sağlanamamış ve Kenan Evren tarafından, doğru olmasa da, müdahâlenin meşruiyetinin gerekçelerinden biri olarak sunulmuştu. Yaşanılan bu olumsuz olgular olsa da, parlâmenter bir sistemin ilgâsını ve anayasal sistemin askerî bir müdâhaleyle askıya alınması kabul edilemezdi. Tüm siyasal ve toplumsal sorunların çözüm yeri, yine demokratik sistem olmalıydı. Gerek 27 Mayıs ve gerekse 12 Eylül askerî darbelerinin, ülke ve toplumsal hayatımızda oluşturduğu tahribatı, aynı zamanda aile ve şahıs olarak da yaşayanlardan birisiyim.
İşte, sabaha karşı açtığım radyo haberleriyle, ordunun yönetime el koymasından duyduğum endişe ve tedirgınlik, beni 1960 yılında gerçekleştirilen 27 Mayıs İhtilâli'nin yapıldığı ve rahmetli babamın yaşadığı ve bende silinmez izler ve tesirler bırakan, üzüntüler yaşadığım günlere götürmüştü. Yaşım itibariyle 27 Mayıs 1960 İhtilâli'ni günü gününe yaşamış bir insandım. 27 Mayıs Darbesinın yapıldığı yıllarda, rahmetli babam Horasan-Aras Nahiyesi Nüfus ve Nahiye Müdürü olarak görev yapıyordu. Siyasî yönden, Demokrat Parti'sine meyilli ve oyonu bu partiye veriyordu. Ben, ilkokul 5. sınıftaydım. Nahiyede sadece bizim evde radyo mevcuttu. Günü birlik"Yassıada yargılamaları" nı babamla birlikte ve onun engin yorumlarıyla dinliyordum. O günler ve yaşanılan olaylar, hâfızamda hâlâ bütün zindeliğiyle yaşamaktadır. Pervaneli uçakların zaman zaman Demokrat Parti aleyhine propoganda amaçlı, köy üzerine bıraktıkları gazeteleri uzak mesâfeleden toplar, getirir ve babamla birlikte okudurduk. %61'lık gibi bir oy oranıyla kabul edilen ve nahiyeye bağlı köylerde yapılan Anayasa oylamasında oyların tasnifine, Milli Bırlik Komitesi Üyesi Vehbi Ersu'nun nahiyeyi ziyâretine, babamdan aldığı bilgilere şahit olmuştum.
Devam eden günlerde, ne yazık ki, Demokrat Partili üç müfteri tarafından, babamın Demokrat Parti ve Menderes lehinde, İhtilâle karşı ve ihtilâlciler aleyhinde hakaret edici söz ve söylemlerde bulunduğundan denilerek yapılan şikâyet sonucu, Horasan'da yapılan yargılamayı,rahmetli dedemle yargılama sürecini tedirginlikle izlediğim o korku dolu günleri asla unutmam mümkün olmamıştı. Neticede yargılama devam ederken, ben,Yavuz Selim İlköğretmen Okulu sınavlarını kazanarak okula başlamıştım.Yargılanmanın ardından, babam beraat etmesine rağmen, hak aramanın mümkün olmadığı ve adetâ keyfi bir biçimde cezalandırılarak, 1961 yılında ve kışın ortasında, Narman Kışlaköy Nahiyesine sürgün edilmişti. Sürgün olayını mektupla öğrendiğimde, 11 yaşındaki bir çocuk olarak, çaresizlikle büyük bir hüzün yaşadım. Bu sürgün, aydın bir kişi olan babamın çok arzulu olmasına rağmen, ilkokulu bitiren üç kızkardeşimin,imkânsızlıklar ve çevrede okuyabilecekleri ortaokul ve nihayetinde lise öğrenimlerini yapmalarının önündeki en büyük engel olmuştu.
12 Eylül1980 Darbesi, cuma günü gerçekleşmişti. Dışarı çıktığımda, oturduğum Yunus Emre Mahallesindeki evimin yan apartmanında oturan ve benim gibi, ülkücü görüşe (ÜLKÜ -BİR) mensubu, Ticaret Lisesi öğretmenlerinden Numan Özkaya, Erkan Şengöz, şu anda Milliyetçi Hareket Partisi Milletvekili adayı ve o tarihte öğretmen olan Doç. Dr. Seyfullah Hızarcı ve yine o dönemde Ülkücü Öğretmenler Birliği Başkanı ve halen Erzurum Milletvekili olan Oktay Öztürk ve on civarında ülkücü öğretmenler ile yine bir o kadar, TÖB-DER mensubu bazı sol görüşlü öğretmenlerin göz altına alındıklarını fısıltı haberleriyle duydum. Hatırladığım kadarıyla 5-6 gün sonra da sayın Yılma Durak, hava alanında göz altına alınarak İstanbul'a götürülmüştü. Ülkücü ve milliyetçi bir görüşe ve Ülkücü Öğretmenler (Ülkü-Bir) Bırliği üyesi birisi olarak, ayrıca çok dikkat çeken,hareketli ve aynı zamanda atamalardan sorumlu Milli Eğitim Müdür Yardımcısıydım.
Sıkıyönetimin geçerli olduğu aşamalarda, haklı olmama rağmen, Dumlu Tümen Komutanı Cemil Paşa, 9. Kolordu Komutanlığı Kurmay Başkanı ve Merkez Komutanı ile ve yine diğer başka askerlerle,atamalar ve başka nedenlerle, başka bir yazının konusu olacak bazı nâhoş hadisele yaşamıştım. Yaşanılanlar ile tutuklanan öğretmen arkadaşlarımla aynı ideolojik görüşe mensup olmuş olmamı birlikte değerlendirdiğimde,tutuklanacağım endişesini hissederek Cuma namazına gittim ve hazırlıklı olarak beklemeye koyulmuştum. Endişe ve sıkıntılı bekleyiş, pazartesi gününe kadar devam etti. Nihâyet endişelerim gerçekleşmemiş ve rahat bir nefes almıştım. Pazartesi daireye gittığimizde ise, 29. Topçu Alay Komutanı Albay Nazım Budak'ın Komutanlıkça,Milli Eğitim Müdürü olarak görevlendirildirilmesiyle karşılaşmıştık. Böylece, Milli Eğitim Müdürlüğündeki tüm yetkiler askere devredilmişti.
Soyadı benzerliği dışında, aramızda her hangi bir akrabalık bağı bulunmayan Nazım Budak son derece olgun, ihtiyatlı ve olayları soğukkanlılıkla değerlendiren vatan sever bir askerdi. (Kısa süre önce rahmetli olan Nazım Budak'a ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorum.) Darbeyle birlikte, Milli Eğitim ve sıkıyönetim komutanlığına yağmur gibi, ihbarlar yağıyordu. Nazım Budak'la akrabalığım ileri sürülerek korunduğumdan bahisle, İhbâr ve şikâyetler giderek yoğun bir biçimde şahsıma yönelmişti. Ancak, sağlıklı bilgi ve değerlendirilmelerimle,özellikle bana karşı ciddi bir sevgi ve öz güveni oluşmuştu. Geçen her günün ardında, tutuklanan ve hatırladığım kadarıyla 45 gün sonra serbest bırakılan öğretmenler dışında da Millıi Eğitimde önemli bir sorun yaşanmamış, öğretmen camiasında oluşan karamsarlık giderek dağılmaya başlamıştı.
10 Kasım törenleri Erzurum Lisesi'nde yapılmış, törene Erzurum Valisi Cahit Bayar ve 9. Kolordu Komutanı Selahattin Cambazoğlu iştirak etmişlerdi. O tarihlerde Erzurum Lisesi Müdürü ve Din Dersi öğretmeni rahmetli Faruk Sevinç Günay'ın yapmış olduğu, konuşma, Kolordu Komutanı Selahattin Cambazoğlu'nun ilgisini çekmiş ve çok beğenilmişti. Sıkıyönetim komutanlığının teklifiyle Milli Eğitim Müdürü Cemalettin Dedebeyoğlu'nun alınarak, yerine Faruk Sevinç Günay'ın atanması teklifinin yapıldığını, Nazım Budak vasıtasıyla öğrenmiştim.
Nazım Budak'ın benimle ilgili olumlu israrları sonuç vermemiş ve neticede, Sıkıyönetim Komutanlığının teklifiyle il dışına atılmam teklif edilmişti. Nitekim Nazım Budak tarafından, Faruk Sevinç Günay'ın atama kararnamesini elden almak üzere, yapılan görevlendirmeyle Ankara'ya vardığımda, bana iki zarf verilmişti. Zarfın birinde, Milli Eğitim Müdürünün kararnamesi, bir diğerinde ise,Benim Erzincan'a Türkçe öğretmeni olarak atandığıma ilişkin kararname vardı. Yerime ise, Nurduğan İlgün görevlendirilmişti. Böylece, maddî ve manevî sıkıntılarla yüklü, her pazartesi Erzıncan Ulalar köyüne gidiş ve Perşembe günü Erzurum'a dönüş serüvenim aylarca sürdü.
12 Eylül öncesi Almanya'ya gönderilecek öğretmenlere ait yapılan yazılı-sözlü sınavlar sonucu, branşımda 1. olarak kazanmış ve İstanbul Türk-Alman Kültür Merkezinde üç buçuk aylık Almanca eğitim almış işlemlerim tamamlanmış ve pasortum hazır olduğu halde, yurt dışına gönderilmem iptal edilmişti. Yine bu süreçte, müdürümüz Cemalettin Dedebeyoğlu, arkadaşlarım rahmetli Tünaydın Demircioğlu, Salih Çanakçı, Sıddık Bıyık, Gürbüz Karabacak'la birlikte, Ağrı ilinde yılarca süren bir yargılama sürecinden geçmiş ve sonuçta berat etmiştik. Suçlamalardan biri de rahmetli Gün Sazak'ın ölüm yıldönümünde, Erzurum Lisesi'nde yapıldığı iddia olunan anma töreniydi. Böyle bir tören yapılmamış, ben ve rahmetli Tünaydın Demircioğlu da iddia edilen hayâli törene katılmamıştık. Bu nedenle, devletin kayıtlarına şöyle veya böyle, haklı-haksız girmek çok tehlikelidir. Hayatınızın her safhasında karşınıza çıkar ve kullanılır. Rahmetli Özal'ın iktidarıyla Kars Milli Eğitim Müdürlüğüne atanmıştım. Değişik Bakanlar tarafında asalaten atanmama ilişkin üç kez düzenlen kararname, Kenan Evren tarafından yaşadığım süreç ve tutulan kayıtlar nedeniyle, maalesef, üç kez imzalanmayarak iade edilmisti.
12 Eylül darbesinin ardından Erzurum ilindeki üst düzey görevliler arasında,sıkı yönetim Komutanlığının teklifiyle görevden alınan sadece, o dönemde Erzurum Emniyet Müdürü sayın İsmail Köse ve ben olmuştum. Erzurum'da idarî kademelerde görevli başka mağduriyetler yaşanmamıştı. Bu günlerde ve Kenan Evren'in ölümünün ardından, o netâmeli günlerde kuyruklarını kısarak, kaçacak delik arayanların, hiç bir bedel ödememiş olanların sahte ve ucuz kahramanlıklarına pes!... Bari bırakın da, hayâtlarının bahârlarında toprağa düsen gençlerin aileleri, Kenan Evren'le hesâplaşsın. Bırakın da, zindanlarda insanlık dışı işkencelere maruz kalarak sağlıklarını kaybedenler hesâplaşsın. Bırakın da, işini gücünü kaybedenler, ağır bedeller ödeyenler, darbelerle hesaplaşsın.
1961 Anayasası'nın sâğladığı temel hak ve özgürlükleri askıya alarak, bu günkü ant-i demokratik anayasaya % 91.4 oy oranıyla destek olanlar ile (Erzurum % 94.28 üzeri bir oy vermiştir.) Kenan Evren'in Cumhurbaşkanlığına onay vermiş olanarın, pek söyleyebilecek sözlerinin olmadığı inancındayım. Hele, 1982 Anayasası oylamasına aşırı destek vererek, Kenan Evren'in Anayasa' ya koydurduğu zorunlu Din Kültürü ve Ahlâk Dersi karşısında, "Kenan Evren sâdece bu hareketiyle, cennete girmeye hak kazanmıştır." diyerek meth ü senâlarda bulunan, yapılan seçimlerde Rahmetli Özal'a değil, Milliyetçi Demokrasi Partisi'ne destek veren, Erzurum'daki sözüm ona bazı cemaat mensuplarının ve liderlerinin konuşmaya hiç ama, hiç hakları yoktur. Zâlimlere her dönem divân duranların ise, zâten hiç hakları yoktur. O günün şartlarında ismi-cismi duyulmayan bugünkü Donkişotların, üst perdeden konuşmaya da hiç hiç hakları yoktur. Neticede, haķkında sembolik yürütülen bir yargılanma neticesinin kesinleşmesi sürecini göremeyen Kenan Evren, her insan gibi, günâh ve sevâplarıyla ahirete intikal etmiştir. Bundan sonrası ise, elbet tarih ve tarihçilerin işi olacaktır.
Sayın Budak çok doğru ifadelerle olayın fotoğrafını çekmiş. Sözünü ettiği cemaat tam bir iktidar fırıldağı ğörüntüsünde. Dün Evrenciydiler, bu gün iktidarın yanında. Ikyidar nereye, onlar oraya. Çok yazık, yakışmıyor!